28 Şubat 2018
Bu yazı Yön Dergisi’nin 12. sayısında (Şubat 2018) yayımlanmıştır.
Mühendis ve mimar odalarında seçim süreçleri başladı. Ama bu süreçler mimarlar ve mühendisler açısından bir heyecan yarattı mı tartışılır. Çünkü çoğu kez gözden kaçan bir nokta var; neden ücretli mühendisler ve mimarlar odalara az gelir, aktif çalışanlar daha azdır sorusunun yanıtı tamamen nesnel bir olgudan kaynaklanıyor, ayıracak zamanları yok! Niyeti olan gelir zaten diyebilirsiniz, ama OECD ülkeleri arasında en uzun çalışma saatleri olan, ortalama haftalık çalışma saati 60’ın altına düşmeyen, Cumartesileri çalışan Pazarları da bazen çalışmak zorunda olan, belirsiz ve tanımsız iş saatleri olan yüzbinlerden söz ediyorsak o kadar kolay değil kestirip atmak. İşte bu yüzden de odalara rengini çalan, nesnel olarak daha fazla zaman ayırabilen, kent ve çevre konularına duyarlı, muhalif, meslek ideolojisi görece güçlü kendi işini yapan büro veya küçük şirket sahibi mimar mühendisler oluyor. Muhalif de olsa duyarlı da olsa rengini çalanların sınıfsal konumu meslek odalarının genel yönelimini de belirliyor. Bir sınıf hareketinin olmadığı koşullarda mühendis ve mimar odalarının yönelimleri belli bir sınırı aşamıyor. Ama aşması gerekiyor…
Neyse konumuz odaların durumu değil, mühendis ve mimarların durumu, konumu. Bu yazıyı yazmaya çalışırken pek çok somut olgu, deneyim, işçi sınıfının bir parçası olan ücretli mühendis ve mimarların yaşam koşulları, ideolojik ve kültürel belirlenimleri üzerine düşünmeye çalıştım. Her defasında da kendimi sayın Tülin Öngen ile sohbet eder halde buldum. Her yazısı, her eseri, her satırı zihin ve ufuk açıcı Tülin Hoca’nın “Teknik Emek gücünün Sınıfsal Profili” başlıklı makalesini açtım, okudum, yanıma aldım ve rahatladım.
Mühendis ve mimarlar eski konumlarını yitirdiler, proleterleştiler, tüketim eğilim ve anlayışları değişti, yoksullaştılar… Buna benzer pek çok tartışma yaptık, yapıyoruz tamam. Ama soruyu tersten soralım; eski konumları neydi ki, proleter değiller miydi, tüketim alışkanlıkları bir işçiden çok mu farklıydı, çok mu iyi durumdalardı, yalnızca onlar mı yoksullaştı? Sorular artırılabilir ama Türkiye’de özellikle sanayi proletaryasının tüketim alışkanlıkları ile mühendis-mimarlar arasında çok da fark olmadığını, bunun kültürel yönelimler açısından da böyle olduğunu iddia ediyorum. Türkiye’de modern, kentli, laik bir işçi sınıfı vardır derken, mühendis ve mimarların da tam bunun göbeğinde olduğunu düşünüyorum.
“Weberci ve işlevselci yaklaşımlar, bunların da sermayenin yönetimine ve emek üzerindeki denetimine ilişkin görevler gördüğünü, bundan ötürü kapitalist sınıfın bir unsuru olduğunu öne sürerler, söz konusu denetim emeğini (yönetim işlevinden çok denetim işlevi gören mühendis, araştırmacı, teknik eleman gibi) yeni orta sınıflar bağlamında değerlendirirler.”
Proleterleşmeyi yeniden tanımlama için iş temelli veya tutumsal yaklaşımların tercih edilmemesi, yalnız teknik emeği değil, beyaz yakalıların büyük bir bölümünü de işçi sınıfı dışını çıkarmaktadır. Teknik iş sürecini veri alan ölçütleri öne çıkarmak, sömürü yerine “statü”yü toplumsal farklılaşmanın haline getirmek demektir ki, bu Marx’tan uzaklaşmaya Weber’e yakınlaşmaya işarettir.
İşçi sınıfını kendi nesnel-tarihsel durumuna ve kimliğine yabancılaştıran koşuları irdeleyecek analiz araçları gereklidir. Böyle bir analizin hareket noktası, işçi sınıfının gerek iş, gerek iş dışı yaşam koşullarını kuşatan ve belirleyen özgül emek sürecinin hareket yasalarıdır. Çünkü, bilinç, ideoloji, kültür ve örgütlenme gibi sınıf kimliği açısından önemli olan koşullar, sermayenin sosyal kontrolünü sağlayan emek sürecinin hareket yasaları tarafından belirlenir.”
Tülin Öngen bir kez daha yardımıma koşuyor ve devam ediyor.
“Bizzat mühendisler, teknik ve bilimsel devrimlerin iş süreci içindeki ajanlarıdır. Dolayısıyla, bunların çıkarları, bireysel tercihleri anti-kolektivist bir nitelik taşısa veya mesleki çıkarlara yönelik olsa da, nesle olarak sermayenin çıkarlarıyla çatışma halindedir.
Sınıfsal kimlikleri açısından böyle bir belirsizlik (çelişki) taşıyanlarda, aslında ne katıksız bir işçi sınıfı, ne de açık bir burjuva ideolojisinden söz etmek olanaklı değildir. Bilince ve ideolojik değerlere ilişkin bulanıklık öteki işçiler için de söz konusudur.”
Hani hep tartışılır “işçi sınıfının bir parçasıdır, ama bunun farkında değildir, kendisini farklı hisseder” diye; peki işçi (sanayi işçisi, AVM’de çalışan tezgahtar vb.) kendisini işçi gibi mi hisseder? Kuşkusuz mühendis ve mimarların veya Öngen’in yalın ifadesiyle “teknik emekgücünün” sınıf dışı yönetimlerini güçlendiren bir başka etmen de, bunların farklı alanlarda ya da aynı alan içinde farklı kurumsallaşmalar içinde bulunması değil midir?
“… (M)eslek temelli örgütlenmeler ya da aynı meslek içinde işgücünün nitelik düzeylerine göre farklılaşan örgütlenmeler (alt kademe teknik kadroları dışarıda bırakan oda türü örgütlenmeler, işkolu veya işyeri düzeyindeki sendikal örgütlenmeler gibi) mühendislik emeğinin tarihsel varlık koşullarını mekanik bir bölünmeye uğratarak, ortak deneyimin gerçekleşmesini önler.”
Şantiyede ustayı, işçiyi denetleyen, fabrikada verimliliği ölçen, planlama, denetim veya yönetim işlerini gerçekleştiren mimar ve mühendisler de, büroda çizim yapan, metraj-keşif hazırlayan mimar ve mühendisler de işçi sınıfının bir parçasıdır, biraz okumuş, biraz daha fazla para kazansalar da, kendileri bunun farkında olup olmasalar da.
“Belli bir toplumsal formasyonun özgül sınıf yapısı, ancak üretim süreci içindeki yerler veya roller ile sınıf mücadelesi pratiklerini kuşatan toplumsal-kurumsal yapı arasındaki karşılıklı ilişki çerçevesinde tanımlanabilir. Bu çerçevede en önemli değişken teknik emeğin üretim ve örgütlenme biçimi olduğu için, emeğin üretim araçları etrafında örgütlenme tarzı, sınıfsal yapılanmanın karakteristik özelliklerini gösterir ayrıca, üretim sürecinin örgütlenme tarzı, sınıfsal oluşumunun sosyolojik koşullarını da belirlediğinden, sınıfların toplumsal özne konumları hakkında da önemli ipuçları verir.”
Türkiye tarihinde olmadığı kadar işçi sınıfına yakınsayan bir mühendis-mimar nesnelliğinden söz edebiliriz. Tüketim alışkanlıklarından, kültürel yönelimlere kadar ciddi bir yakınsama söz konusudur. Kuşkusuz bunun maddi temelleri bulunmaktadır. Yalnızca sanayi işçisi değil, ortalama bir emekçi bugün konut, araba, tüketici kredisi borç batağındadır. Ortalama bir emekçi (mimar-mühendisler dahil) finansal zincirlerinden dolayı daha uzun saatler çalışmakta, ücret artışları konusunda sermaye sahibinin insafını beklemekte, mesai ücreti sözcüğünü ağzına alamamakta, süreklileşmiş bir işten atılma korkusunu yaşamaktadır. Kentli emekçilerin hemen hemen hepsi kentsel dönüşümün kurbanı olabilir, oturduğu ev bir gecede yıkılıp, yenisi için bir müteahhit ile nasıl pazarlığa otururum noktasına gelebilmektedir. Kentli emekçilerin hemen hemen hepsi sağlık için ciddi bir bütçe ayırmakta, özel sağlık sigortalarına prim ödemektedir. Hemen hemen hepsi çocuğunun eğitimine ciddi bir bütçe ayırmakta, ayırmak zorunda kalmaktadır. Özellikle mühendis ve mimarlar düşünüldüğünde, refah düzeyini biraz daha yukarda tutma kaygısı aslında lüks değil yaşamsal gereksinimler olan ulaşım (zorunlu otomobil sahipliği), sağlık (kamusal sağlık sisteminin çöküşü sonucu zorunlu olarak özel hastanelere gitme), eğitim (çocuğunu bitirilmiş düz liseye veya imam hatipe vermek yerine “eli yüzü düzgün” bir okula verme) için ciddi paralar ödemesini zorunlu kılmaktadır. Düşen ücretler, artan çalışma saatleri ve buna borç sarmalı eklendiğinde, mühendis ve mimarların görece ayrıcalıklı konumu diye bir şeyden söz etmek imkansızdır. Ücretli mimar mühendislerin dışında, evden sipariş usülü çalışan, kendine ait küçük bir bürosu olanların da farklı bir durumda olmadığı sorun ve kaygıların giderek daha fazla ortaklaştığı ortadadır.
Ortak dertler, ortak kaygılar, benzer alışkanlıklar, benzer yönelimler, ortaklaşan mekanlar ortaklaşan yaşam alanları ortak bir mücadelenin de nesnel zeminini hazırlamaktadır.
[*] İnşaat Mühendisi, Toplumcu Meclis Üyesi, İSİG Meclisi
Kaynak için
Öngen, T. (2000). Teknik Emekgücünün Sınıfsal Profili. Toplum ve Bilim, 85, 60-76.