Paradigma, bir konuda belirli bir zaman için kabul gören bir modeldir ve her paradigma ancak bir yenisi kabul görene kadar geçerliliğini korur. Paradigma değişimi/kayması ise bilimsel ya da toplumsal alanda algıların değişmesine neden olacak yeni bir algılayışın ortaya çıkması ile gerçekleşir.
Ancak belirli bir zaman için çoğunluk tarafından kabul gören bir paradigmanın o zaman dilimi için de olsa değişmez bir doğru olduğunu kabul etmenin yanlışlığını kavramak zor olmasa gerek.
Bu durum toplumsal alanda sorgulama ve muhalefet aracılığıyla olur. Gezi direnişinde hükümetin şehir hakkına saldırarak yarattığı kapitalist sistem krizinin muhalefet aracılığıyla nasıl toplumsal bir dirilişe ve algıların açılmasına eşlik ettiğini gördük. Yılların öğrenilmiş çaresizliğinin nasıl da gün be gün çözülerek dayanışmanın mücadeleyi arttırdığını…
Bu toplumsal harekete toplum üzerinde yıllardır çesitli başlıklarda baskı kuran otoriter AKP hükümetinin faşist tutumunun yanı sıra; yapılı çevreye müdahele ederek artı değer elde etmeye çalışan bir neoliberal yaklaşımın sebep olduğunu da biliyoruz. Bu tutum rant amaçlı siyasi projeler uğruna mimarlık alanından sürekli rol çalıyor. Örneğin; bu neoliberal yaklaşım, aslında geçmişte yapılı çevrede yerel (yere ait) yaklaşımlarla, pasif mimari yöntemlerle kendini gösterirken günümüzde yine bir paradigma değişimi ile algılardaki yerini sürdürülebilirlik, yeşil, enerji etkin ve ekolojik gibi birbiriyle ilişkili fakat temelde farklı noktalara işaret eden kavramları da pazar alanına katarak, televizyonlarda proje tanıtımlarında, reklam afişlerinde “evreka!” edasıyla manşetleniyor. Seçimlere onbeş kala adaylar yeşil! projelerle geliyor. Aslında zaten sahip olduğumuz şehir hakkı içerisinde yer alan bu kavramlar hak talep edemeyeceğimiz mekanlar üzerinden projelendirilerek topluma sunuluyor. Kamuya açık alanlarda vaad edilen yeşil! projeler ise yarı zamanlı, sigortasız, ensemizde sürekli yarınların kaygısını taşıdığımız, bu emek sömürüsü düzeninde sistemin yarasına turnike yapmaktan öteye gitmiyor.
David Harvey Asi Şehirler adlı kitabında şehir hakkı fikrinin bir takım entelektüel heves ve modalardan değil, aslolarak sokaklardan, mahallelerden ezilen insanların nacar zamanlarda yükselen yardım ve destek çığlığından doğduğuna dikkat çeker [1]. Akademisyenler ve konunun uzmanı meslek sahipleri bu destek çığlığı atılmadan ya durumla ilgili analizlerini ortaya koyup çığlığı engeller ya da mevcut Türkiye ortamında siyasi erkin bilim camiasını etkisizleştirmesi sonucu ancak çıglık oluştuktan sonra etik ve vicdani reflekslerle davranarak o an orada destekçi ve çözümcü olurlar.
Ne yazık ki, Türkiye böyle bir mücadeleyi ve diriliş heyecanını yaşarken, bir kısım akademisyen ve meslek uzmanının kendilerini mimar kimliği ile her şeyi çözebilecek bir tahta oturtmasını görmek iktidar sahibi siyasi egonun, meslek alanındakı bir yansımasıydı adeta. Gezi direnişi sırasında liberal akademisyenlerin ve meslek uzmanlarının bir kısmı Gezi Parkı için bir fikir yarışması önerisinde bulundular. Topcu Kışlası uygun değil, ama biz yaparsak bir çözüm buluruz elbet dediler. Adeta yemek yemek istemeyen bir çocuğa başka yemek seçenekleri sunup yemeğe zorlamak gibi bir dayatma yaptıklarının farkında olamadılar bu düşünce sahipleri.
Bu düzen içerisinde, ne yeşil projelerin, ne de yarışma açarak Gezi`yi iyileştireceğini savunan projelerin başlı başına çığlık atan çoğunluğa çare olamayacağı çok açık. Bunların mimarlıkta yarattıkları paradigmalara inanıp bu paradigma felcinden kurtulamayan zihinlerin ürünü olduğu açık. Bu yazılanlar üzerine `mevcut düzene karşı muhalif söz üretmekten öte ne yapıyorsunuz` sorusunu soranlar da, bugün konuşmaktan öte bir düzlemin yaratılmasına imkan vermeyen, diktatörü istemeyen ama onu yaratan sistemin varlığını sorgulasa da reddetmeyenlerdir.
Kemal Okuyan soL`da yayınlanan “Nefret Objesi” adlı yazısında “Türkiye’ye bu faciayı yaşatan kapitalistlerdir, sermaye sınıfıdır, emperyalizmdir. “Artık onlar da hatalarını anladı, daha dikkatli olacaklar” diyenlerle yollarımız ayrı” diyor [2]. Toplumdan yana mühendisler ve mimarlar olarak bizim de yollarımız otoriteye, erke yanaşarak toplumun isteklerini görmezden gelen meslek sahipleri ile ayrıdır. Toplumun çıkarları doğrultusunda, mimarlık yap-mamak da muhalif bir zihinsel eylemliliktir. Meslek sahipleri, zihinsel eylemlilikten kaçınmamalıdır!
Bir şehir hakkının savunusu kıvılcımı ile ortaya çıkan toplumsal bir direnişin mimarlık alanından ayrı düşünülebileceğini varsayan aklın, artık mimarlık alanının sosyal bilimler alanından ayrı düşünülemeyeceğinin farkına varması gerekiyor.
Çağımızın önemli bir muhalif düşünürü olan Immanuel Wallerstein, akademide sosyal bilimler alanında sistem-karşıtı düşünce okullarının gelişmesi, örgütlenmesi ve böylelikle sistem-karşıtı hareketleri akademinin de besleyebileceğini öngörerek bunun gerekliliği üzerine vurgu yapar. Sosyal bilimler alanındaki çoğu akademisyenin diğer bilimlerle ilgili pek fikir sahibi olmamasının yarattığı boşluktan da bahseder [3]. Mimarlık alanındaki uzmanların ve akademisyenlerin de artık sosyal bilimler alanına daha çok girmesi, alanlarında kullandıkları kavramların toplumsal ve ideolojik yansımalarını okuyabilmeleri ve dayatmacı mimarlık tavırlardan vazgeçmeleri için gerekli görülüyor. Mimarlıkla her şeye deva bulma eğilimi, liberal çevrelerde kabul gören bir paradigma felcidir. Halk haziran direnişi ile örgütlü mücadelenin önemini kavramıştır. Akademisyen ve meslek uzmanlarının bu paradigma felcinden kurtulup iktidardan yana değil toplumdan yana mimarlık ve mühendislik yapmaları meslekleri ile örgütlenmeleri gerekmektedir. Aksi taktirde, aç olmayan çocuğa kusturana kadar yedirir bu zihniyet.
[1] Harvey, D., 2013. Asi şehirler: şehir hakkından kentsel evrime dogru. Metis Yayinlari, Istanbul
[2] Okuyan, K., 2014. Nefret Objesi. soL portal. [Online] Erisilebilir: http://haber.sol.org.tr/yazarlar/kemal-okuyan/nefret-objesi-89416
[3] Wallerstein, I., 2013. Sosyal Bilimleri Düsünmemek. Bgst Yayinlari, Istanbul.