Bu yıl için, 21 Ekim 2013-30 Ekim 2014 tarihleri arasında tanımlanan su yılı takviminin en verimli 5 ayının yağış getirmemesiyle, Türkiye son yılların en ciddi kuraklık tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Kuraklık tehlikesi, iş İstanbul ve Ankara’ya geldiğinde daha da ciddileşiyor. İstanbul’daki barajların geçtiğimiz yıl %82.6 olan doluluk oranı, daha yaz ayları gelmemişken, 2014’ün ilk iki ayında %30.34’e düştü. Özellikle Pabuçdere Barajı, %0.21 olan doluluk oranıyla, neredeyse tamamen kurumuş vaziyette. Ankara için de durum pek iç açıcı değil, barajların doluluk oranı şimdiden %36’ya gerilemiş durumda. Bu durumda seçimlerden sonra ciddi su kesintileri yapılması ihtimali var.
Bu iki kentteki kuraklık tehlikesinden sadece yağış azlığını sorumlu tutmak mümkün mü? İşte burada kuraklık ve su kıtlığı ifadelerini ayırmak gerekiyor. Türkiye genelinden bahsederken tarımsal üretimi, içme suyu erişimini, enerji üretimini etkileyecek kuraklığı dikkate almak gerekirken; İstanbul ve Ankara gibi, toplam 20 milyona yakın insanın yaşadığı, ülkenin en büyük iki kenti söz konusu olduğunda “su kıtlığı” ifadesini kullanmak birçok sorunun da altını çizecektir. Özellikle İstanbul’da yaşayan nüfus, kente su taşıyan havzaların kaldırabileceğinden çok daha fazladır. Sanayi bölgelerinin yer seçimini de kapsayan yanlış arazi planlaması, su havzalarının yerleşim yeri olarak kullanılması, yeraltı sularının tedbirsizce kirletilip yok edilmesi, yaşanacak su kıtlığının sebepleridir. Bu tehlikenin nefesi İstanbul’un ensesindeyken, elde kalan su havzaları korunmak yerine yok edilmekte. Bunun en büyük örneği, ÇED raporunda açıklandığına göre, inşa edildiği alandaki 70 göleti hafriyatla dolduracak olan üçüncü havalimanı. Yine ÇED raporunda, üçüncü havalimanının barajları besleyen akarsuların debisini azaltarak doluluk oranlarını da olumsuz etkileyeceği belirtiliyor. Yani su kıtlığının faturasını yağış azlığına değil, hatalı planlamaya kesmek gerekiyor.
Geldiğini böyle aleni ilan eden su kıtlığı tehlikesine karşı ne gibi önlemler alındığı ise muamma. Orman ve Su işleri Bakanı Veysel Eroğlu, kuraklığın kendisini reddederken yine inşaata sığınıyor: 3 baraj daha inşa ederek “2040’a kadar su sorununu def edeceklerini” söylüyor. Başka bir seferinde de B ve C planları olduğunu iddia ediyor fakat bunlar “meslek sırrı” olduğundan açıklanamıyor. Kısacası, bu duruma karşı alınan bir önlem olmadığını söylemek mümkün. Önlem alınmamasıyla kalınmayıp bir de eldeki su kaynaklarının yok edilmesi, plansız yapılaşmanın sürdürülmesi, büyük şehirlerdeki nüfus yoğunluğunun kırılması için çabalamak bir yana her geçen gün bu yoğunluğu artırıcı “projeler”le ortaya çıkılması kapıdaki su kıtlığının asıl nedenleridir. Su sorunu, bu “yetkililere” bırakılmaması gereken, hayati bir meseledir. Su kıtlığının tek çaresi, mevcut su kaynaklarını aşırı tüketimden ve kirlenmeden koruyan, büyük kentlerdeki nüfus yoğunluğunu kırmayı hedefleyen yeni bir planlama anlayışıdır.