20.09.2019
Antroposen, diğer bir deyişle İnsan çağı olarak tanımlanan içinde bulunduğumuz bu çağda, çevresel ve insan temelli ortaya çıkan sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel değişimlerin tartışmasız en büyüğü İklim değişikliği ve devamında gelen İklim Krizi.
İklim değişimi, halihazırda orman yangınları, kasırgalar, seller, kıyı taşkınları, gibi gezegenin ciddi biçimde tahribatına neden olan yıkımlara zaten çoktan sebep oldu. Neredeyse hiç de distopik nitelendirilemeyecek bir senaryoya göreyse kıtlık, doğal afetler ve kitlesel göçler kapıda. Gezegenin karşı karşı olduğu bu fiziksel tahribatı ve onun sorumluluğunu almak üzere, gelişmiş toplumlarda bu güne kadar hatırı sayılır bir farkındalık oluştuğu ve bunun kolektif eylem çağrılarına sağlam bir zemin oluşturduğu kuşkusuz. Ancak 20 yıllık bir gelecek projeksiyonuyla öyle görünüyor ki iklim krizinin etkilerinin bilhassa yoksulların ciddi bedeller ödeyeceği bir tür ‘iklim apartheid’ine dönüşmesi son derece mümkün.
20 Eylül’de Dünya genelinde yapılacak olan iklim eylemlerine gidilirken krizin ekonomik, politik ve insan hakları ölçeğindeki gündelik hayata etkilerinin somut olarak neler olabileceğine dair şu soru öne çıkıyor: İklim değişimini önlemek adına yapılacakların insan haklarına saygılı bir şekilde sürdürülmesi mümkün mü?
Bu sorulara yanıt sunmak ve çözüm üretmek amacıyla Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği için, iklim değişiminin hukukun üstünlüğü, demokrasi ve insan hakları üzerine olan etkisine ilişkin değerlendirmeleri de içeren bir rapor hazırlandı. Söz konusu rapor bizleri, insan haklarının yaklaşmakta olan ayaklanmalara dayanamayacağı, iklim değişikliğin diğer tüm etkilerinin yanı sıra, yoksullara karşı vicdani bir saldırı olduğu gerçeğiyle yüzleştiriyor. Rakamlarla, en zengin %1’lik kesimde yer alan bir kişi, en yoksul %10’da yer alan bir kişiden 175 kat daha fazla karbon salımına sebep oluyor.
Rapor, bu başarısızlığı gidermeye başlamak için atılması gereken bir dizi adımdan söz ederken dünya genelinde en olumsuz etkilenecek grubun yoksulluk içinde yaşayanlar olduğu gerçeğini belirli argümanlarla ortaya koyuyor. Bu, şimdiye kadar İnsan Hakları Komitesi’nin iklim değişikliği meselesine güçlü bir biçimde katılma konusundaki isteksizliğine karşı da bir eleştiri ve bu varoluşsal mücadeleye ciddi bir çağrı niteliğinde.
Raporda yere alan iklimin krizinin ‘ekonomik dönüşümün gerekliliği’ başlığında belirtilenler son derece çarpıcı. Buna göre; iklim karşıtı ülkeler, onların politikacıları ve çok uluslu şirketleri ekonomik iklim hareketinin ekonomik büyümeyi tehdit ettiğini, vatandaşların yaşam tarzına zarar verdiğini ve “işlerini öldüreceğini” dar görüşlü argümanlar ile öne süredursun, yapılan bilimsel araştırmalar 2030 yılına kadar yapılacak tüm yeni enerji projeleri için rüzgara, suya ve güneşe dayanmanın ve 2050 yılına kadar da tüm enerji sistemini mevcut teknoloji ve fosil yakıtlara yaklaşan maliyetlerle yenilenebilir enerjiye dönüştürmenin mümkün olduğunu belirtiyor. Buna göre ekonomik refah, iyi iş ve çevresel sürdürülebilirliğin aslında tamamen uyumlu olabileceği, yenilenebilir enerjinin yeni iş alanları yaratırken, enerji tasarruflu yatırımlar sayesinde daha fazla enerji tasarrufu ve daha az emisyon üretilmesini sağlanabileceğinin altı çiziliyor. Üstelik iklim adaptasyonu ile yeşil ve sürdürülebilir bir ekonominin, sağlık ve çevresel bozulma maliyetlerini düşürerek, gıda ve su güvenliğini sağlayarak yoksulluk ve eşitsizliği azaltabileceği öngörülüyor. Bu sayede tekrar anlaşılıyor ki iklim değişimine karşı alınacak önlemlerin önündeki engeller zannedildiği gibi teknolojik ya da ekonomik değil son derece sosyal ve politik.
Raporda, derin yapısal bir dönüşümün acil olarak hayata geçirilmesi gerektiğinin de altı çiziliyor. Buna göre iklim değişikliği, devletlerin sosyal güvenlik, su, sağlıklı çevresel koşullar, eğitim, yiyecek, sağlık, barınma gibi uzun süre görmezden gelinen ve göz ardı edilen ekonomik ve sosyal haklarını yerine getirmeleri için bir katalizör olarak görülmelidir. Bu yeşil ve sürdürülebilir ekonomiye geçiş süreci, yerinden edilmiş işçileri desteklemek, geçişlerini kolaylaştırmak ve yeni işlerin kaliteli olmasını sağlamak için yerel düzeyde sağlam politikalar gerektirecektir. Şayet bu geçiş iyi yönetilebilirse, yeni ve daha iyi iş kolları yaratılabilir, çalışanları kayıtlı sektöre taşıyabilir, eğitim ve öğretim sağlayabilir, yoksulluğu azaltabilir, ekonomik refahı korurken ayrımcılık ve eşitsizliğe de çözüm getirebilir. Ancak, eğer kötü yönetilirse, bilhassa yoksul insanlar için yıkıcı etkileri olacağının üzerinde ısrarla duruluyor. Dolayısıyla bu yapısal reform sürecinde, iklim eyleminin insan haklarına saygılı, yoksul insanları olumsuz etkilerden koruyacak ve daha fazla insanın yoksullaşmasını engeleyecek şekilde ele alınmasının iklim krize karşı alınacak önlemlerin başında gelmesi gerektiği belirtiliyor.
İklim eylemleri sürerken kitlelerin aktif bir biçimde eylemlere destek vermesi ne kadar önemliyse halihazırdaki toplumlar ve ekonomilerinin canı gönülden bu değişime katkı koyması bir o kadar gerekli. Bir başka deyişle iklim krizinin ele alınma biçiminin değişmesi ve bu konuda yapılacak kolektif bir acil eylem planına olan ihtiyaç son derece hayati. Rapor, iklim krizinin etkileri, tehlikeleri ve çözümlerinin bütün karar düzeylerine yansıyacak şekilde anlaşılması, planlanması ve finanse edilmesini sağlayacak bir devrim çağrısı sunuyor. Ancak bu önerilerin eyleme dönüşüp dönüşemeyeceği insan hakları komisyonu, gelişmiş ülkeler ve sivil toplumun beraber atacağı adımlarla belli olacak.
Kaynak: Climate Change and Poverty, 258/06/2019, Human Rights Council
*Deniz Özdeniz Fettweis – Y.Mimar-Kentsel Tasarımcı
toplumcumeclis.org