Bir merhaba yazısı yazmak gerçekten çok heyecanlı, bir anlamda da sıkıcı, çünkü “ha bu ilk yazı zaten, esas konulara haftaya girer” diye okunmama riski de var. Olsun, ilk yazı diyeceğim, öncelikle bu köşede nelerden söz edeceğimi anlatacağım, ama bir de daha önce Toplumcu Mühendisler ve Mimarlar Meclisi web sitesinde yayınlanan bir yazımı da paylaşacağım, dolu dolu bir merhaba demek için. Evet merhaba!
Bu köşede işçi sağlığı ve iş güvenliğine dair pek çok yazı olacak. Neden böylesine özel bir alana bu kadar vurgu? Veya soruyu şöyle soralım, gerçekten o kadar da özel, spesifik bir alan mı? Ben yanıtın hayır olduğundan hareketle, emek süreçlerine dair tüm araştırma ve incelemelerin muhakkak bu alandan söz etmesi gerektiğini iddia ediyorum. Bu iddiamın maddi karşılığı var kuşkusuz. Türkiye kapitalizminin, kuralsız, emeğe dönük saldırgan, yıkıcı ve tam boy yağma projeleriyle büyüme modelini önüne koyduğu saptıyorsak, bunun sonucu daha fazla işçinin iş cinayetlerinde ölmesi, yaralanması daha fazla işçinin meslek hastalıklarından muzdarip olması olacaktır. Mesele, her gün artık en az 4 işçinin yaşamını yitirmesinin ötesindedir. Soma gibi katliamlar, denetimsizliğin, kuralsızlığın bir “emek rejimi” haline gelmesinin faturasıdır. Lice’de 22 Temmuz’da devrilen LPG yüklü tankerin patlaması sonucu 34 kişinin ölmesi bir kaza değildir ve kamusal denetimin tüm işlevlerinin piyasaya terk edilmesinin gündelik sonuçlarından birisidir. Her gün en az bir inşaat işçisinin ölümü, inşaat sektörüne dayalı sağlıksız büyümenin beklenen sonucudur. Toplu taşıma araçlarında, eğilip bükülen, rahatsız duran, sürekli sinirlenen binlerce emekçi “bizim milletimiz böyle” olduğu için değil, aralıksız saatlerce çağrı merkezinde çalıştığı, ofislerde saatlerce fazla mesaiye kaldığı, proje yetiştirmek için tüm eklemlerini sermayeye teslim ettiği için hastadır, rahatsızdır, mutsuzdur… Kısacası, emekçiler tükenmekte, tüketilmektedir ve bu yaşadığımız emek rejiminin bir zorunluluğudur!
Öte yandan iki noktayı vurgulamadan bir sonraki adımlara geçmeyelim, yazılarımda da hep bu iki vurgu basamak noktası olacak. İlki şu; kapitalist emek süreci, yalnızca üretim ilişkilerinin yeniden üretim alanını içermez, aynı zamanda siyasal ve ideolojik süreçleri de içerir. İşyerinde üretilmekte ve yeniden üretilmekte olan, teknik ve toplumsal ilişkiler ancak verili durumda o ülkedeki sınıfsal ilişkiler ve ekonomi politik bağlamında anlaşılabilir. Sözgelimi her gün onlarca inşaat işçisi yaralanır, en az bir iki işçi kardeşimiz ölürken “baret takmadı, kemer kullanmadı” değil, “bu projeler neden bu kadar hızlı ve yangından mal kaçırırcasına yapılıyor” sorusu aydınlatıcı olacaktır.
Bir diğer nokta ise tamamen mücadeleye ilişkin ve altı defalarca çizilmeli: Sermaye sınıfı, üretim süreçlerinde işçi sınıfı ile ücret pazarlığı yapabilir, ücretler ve sosyal haklar üzerinden tartışabilir, ancak üretimin kendisi, üretim teknikleri, üretimin yapısı ve tüm bunlarla ilişkili olarak çalışma koşulları sermaye açısından dokunulmaz bir alandır. Bu dokunulmaz alanda, işçi sağlığı ve iş güvenliği de dokunulmaz hale gelmekte, emek süreçlerinin doğasından kaynaklanan ve işçileri neredeyse kitlesel olarak katleden karar alma süreçleri tamamen sermaye tarafından belirlenmektedir. Gidip Soma örneğine bakılabilir; tartışmaların rödovans sistemi, AKP İlçe Teşkilatı-Sarı Sendika-TKİ-Soma Maden Şirketi dörtgeninden çıkarılıp “gerekli önlemler alınsaydı” noktasına indirgenmesi, derdimizi anlatmak için iyi bir örnektir.
“Emeğin Korunması”, “Emeğin Sağlığı” veya güncel tabiriyle “işçi sağlığı ve iş güvenliği” alanının yeniden düzenlenmesi ve sermayenin geriletilmesi ancak ciddi sınıf mücadelelerinin sonucudur. Zira bir yanda emek, ekonomik haklarının yanı sıra, insanca çalışma koşulları talep ederek sermayenin karşısına çıkar ve onun için en karlı olan üretim yapısını değiştirmeye zorlar. Sermaye ise bu alanı dokunulmaz ilan eder, yasal düzenlemelere boğar, devletin bu alana müdahalesini mümkün olduğunca en aza indirmeye çalışır ve işin özünde istediği gibi davranmak ister. Bu alanın dokunulmaz olmasının en büyük nedenlerinden birisi de, doğrudan varolan düzenin sorgulanmasını da beraberinde getirecek olmasıdır. İşçi sağlığı ve iş güvenliğine bir de bu açıdan bakmak gerekir. Bir başka ifadeyle, sermayenin istediği düzeyde üretkenlik için asgari düzeyde işçi sağlığı ve iş güvenliği yeterlidir. Bunun ötesini talep etmek sermaye açısından kabul edilemez. Biz başka alem isteriz diyenlerin en temel mücadele başlığı olmalıdır, olmak zorundadır…
Özetle bu köşede, tek tek sektörleri ele alacağız (inşaat, çağrı merkezi çalışanları, dizi-film setleri), Türkiye’den ve dünyadan emek öyküleri anlatıp, günümüzde emekçilerin vücutlarının dahi hammadde haline geldiğini tartışacağız, bu konuda mücadele birikimlerinden söz edeceğiz, bilimsel akademik çalışmaları yansıtacak, istatistikler ve ayrıntılı veriler de sunacağız. Ama herşeyden önce, bu alana dair, bazı mitleri, eski anlayışları, eksik ve yanlış bakış açılarını ortadan kaldırmak için “ideolojik” bir mücadele de yürüteceğiz…
Okuyucuların katılımı ise çok önemli! Sendikalaşma çalışması içinde “neden bizim şu sorunumuzdan söz etmiyorsunuz” diyen büro çalışanı da, “şantiyemizde gerçekleşen kazadan söz etmediniz” diyen inşaat işçisi de, “saatlerce izlediğiniz dizilerin hangi koşullarda çekildiğini biliyor musunuz” diyen set emekçisi de, kurşun soluyan, asbeste maruz kalan sanayi işçisi de mutlaka ulaşmalı bu köşeye. Ulaşmalı ki, sorunları hakkında oturup bir dosya çalışması hazırlayalım ve İleri Haber kanalıyla kamuoyuna aktaralım, mücadelesinde önünü açmaya çalışalım, bir kanal yaratmaya çalışalım. O yüzden okuyucularımın katkı ve talepleri hem bu köşeyi zenginleştirmek, hem de haber portalımıza bu konuda katkı açısından son derece önemli…
İlk yazı, çok uzatmayayım, sanırım derdimi anlatabildim diyorum İleri Haber okurlarına… Daha fazla sıkmadan sizi Toplumcu Mühendisler ve Mimarlar Meclisi için hazırladığım yazıyla başbaşa bırakıyorum; umarım ilk yazı için güzel bir başlangıç yapmış ve ilginizi çekebilmişimdir…
Kaza, Kader, Fıtrat
Kaderciliğin Bilim ve Tekniğe sızması…
Bu yazıyı hazırlamaya başladığım ve yukarıdaki başlığı attığım anda merkez üssü Gökçeada açıklarında olan ve şiddetli bir şekilde İstanbul’da da hissedilen bir deprem yaşandı. Yazıya kısa bir ara vermek zorunda kaldım. Döndüğümde haber kanalları arasında şuna rastladım Ovacık Belediyesi’nde bir gün önce deprem tatbikatı yapılmış. Diğer haber veya saptama ise sosyal medyada sürekli yayılıyordu; “1999 depreminden sonra İstanbul’da toplanma yeri olarak ayrılan 600 arsanın yarısından fazlasına son yıllarda bina yapıldı.” İki belediye arasındaki fark nedir diye düşündüm, birisinin komünist diğerinin AKP’li olmasının bir etkisi var mıydı acaba?
Soma katliamı sonrasında “bu işin fıtratında var”, “kader”, “zaten literatürde iş kazası diye bir şey var” şeklindeki ifadeleri çokça tartışabiliriz. Kanaatimce bunların siyasal arenada söylenmesi suç teşkil etmekte ve sorumluların bulunması üzerinde bir kalkan görevi görmektedir, dolayısıyla yargı sisteminin bir konusudur, bence suçtur… Bu yazıda bu kavramların bu kadar rahat, hoyratça kullanılmasının önünü açan bakış açılarından ve biraz da bilimsel arka planından söz etmeye çalışacağım.
Kavramlarla tartışmak için, o kavramların yazılı tanımlarının ötesinde genel algıdaki biçimleri üzerinde de durmak ve bunlarla da kimi zaman hesaplaşmak gerekir. Eğer işyerlerinde gerçekleşen ölüm ve yaralanmalar konusunda genel bir kabul varsa, bu genel kabul bunların kaza, felaket, beklenmedik olay veya kader olduğuna işaret ediyor ve buradan sisteme dair bir sorgulama çıkarmıyorsa, sermaye ideolojisinin egemenliğinden söz edebiliriz. Son yıllarda iş kazası değil, iş cinayeti söylemi yaygınlaşmaya başladı ise bunun mücadele süreci sonucunda gerçekleştiğini herkes kabul edecektir. İşyerlerinde gerçekleşen ölüm ve yaralanmalar hakkında konuşurken, “iş kazası” derken insanlar çekiniyorsa bunda toplumsal algıya dönük girdilerin sonuç alıcı meyvalarını görmek zorundayız. Ancak yine de yeterli değildir, kavramlarla hesaplaşılmalıdır.
“İş kazası mı cinayet mi?” tartışmasının çok eskiye gittiği söylenemez. Hatta bir açıdan bakıldığında “cinayet” çok ağır bir ifade olarak görülebilir, daha çok bir “slogan” olarak algılanabilir. Bu tartışmada hala doldurulmamış pek çok boşluk olmasının nedeni, işçi sağlığı ve iş güvenliği konusunun, kapitalist sömürü mekanizmalarındaki yerine dair tartışmaların yetersiz ve kısıtlı olmasındandır. Bu tartışmalarda ana ekseni oluşturan iki kavram meslek hastalıkları ve iş kazalarıdır. “İş kazası” kavramının, yerli yerine oturtulması ve gündelik siyasette “iş cinayeti” kavramıyla örtüştürülmesi, salt siyasal değil aynı zamanda felsefi bir tartışmayı da gerektirmektedir. Ayrıca vurgulanması gereken bir başka husus ise genel olarak kapitalist toplumda kabul gören kaza ile iş kazası kavramını birbirinden ayırarak tartışmak gerektiğidir. Zira, “iş kazası” belli bir hedefe dönük olarak örgütlenmiş (kapitalist üretim) bir iş örgütlenmesi içinde ve aynı zamanda o işin yapılması için toplumsal örgütlenme boyutunun da etkisiyle gerçekleşen olaylar zinciridir. “Kaza, kader, bu işin doğasında var” gibi kavramların, sıkça dillendirildiği, dinci gericiliğin her alana nüfuz ettiği ülkemizde, “iş kazası”, “kaza” ve “toplumsal yarar” kavramlarını tartışmak, tartıştırmak ve bir arada düşünmek işçi sınıfı mücadelesinde önemli bir yere işaret edecektir. İşçi sınıfının üretim sürecinde karşı karşıya kaldığı yaşamsal risklere dair bir tepki üreterek, bu tepkiyi sınıf örgütlenmesine tahvil edebilmesi için gereken kavramsal altyapının oluşturulması önemlidir. Kısacası kapitalist üretim sürecinde “fayda-maliyet” ölçütlerinden birisi olarak değerlendirilen işçi sağlığı ve iş güvenliği konusundaki mücadelenin, sınıf mücadelesinin bir parçası olması gerekmektedir.
Kaçınılmazlık, kötü talih veya işçinin hatası…
İşyerinde gerçekleşen bir yaralanma (veya ölüm) kaza sonucu gerçekleşmiştir dendiğinde, zımni olarak kasıtsız bir oluştan söz etmiş oluruz. Hakim terminoloji sermaye sahibinin ölüm ve yaralanmalardaki sorumluluğunu bağışlamış olur bir bakıma, zira onlar işçiyi yaralama niyetiyle bir eylemde bulunmamışlardır. Kuşkusuz tablonun tamamı bu değil. Herhangi bir ölüm ve yaralanmaya neden olan olayın tam olarak ne zaman olacağını tahmin etmek çok zor olsa da, hangi koşullarda ölüm ve yaralanmaların olduğu, bunların oluş mekanizmaları çok iyi bilinmektedir. Bu bilinen koşullar altında işin nasıl tasarlanacağı ve gerçekleştirileceği kararı verilirken, amaç kâr elde etmektir ve bunun için de sermaye sahipleri önceden ölüm ve yaralanmaya neden olan olaylar silsilesini gayet de iyi bildikleri bir çalışma ortamına işçileri sokmaktadırlar. Kaza kavramı bu davranış kalıbını, sermaye sınıfının bu bakış açısını gizleyen, meşru hale getiren bir kavram haline gelir. Önceden tahmin edilen kaza gerçekleşir, sonra yine aynı şekilde işe geri dönülür. “İş kazası” kavramı tartışılırken ise işyerinde işçinin karşı karşıya kaldığı istenmeyen, beklenmeyen, ihmalkârlık, dikkatsizlik ve şanssızlık sonucu meydana gelen olayları kapsar. İş kazasına ‘şanssızlık sonucu meydana gelme’ anlamı içkindir ve bu kavramda yeterince açık olmayan ise ‘şans’ın da toplumsal olarak üretilen, sınıfsal bir nitelik taşıdığıdır. Buradan tartışmayı sürdürdüğümüzde, ait olunan sınıfın üretim sürecindeki yeri belirlediği gibi “iş kaza”sına maruz kalma ‘şans’ını da doğrudan belirlediği, iş kazalarının yoğunluğunun ve işçi sağlığı/iş güvenliğinin ancak kapitalist çalışmanın ekonomi politiği, diğer bir deyişle, kapitalist sistemde sermaye birikim süreçleri ve emek ve sermaye sınıflarının güç dengeleri içerisinde açıklanabileceği noktasına geliriz.
“İş kazalarının yüzde 98’i önlenebilir” hikayesi
Üzerinde uzlaşılan bir başka konu da pek çok kaynakta defalarca vurgulandığı üzere iş kazalarının yüzde 98’inin önlenebileceğidir. Bu nereden çıkmıştır? %2 kesinlikle önlenemez mi? Biraz üzerinde duralım bakalım, aksi takdirde herşeyi o %2’nin içine sokan ve buna “kaçınılmazlık”, “kader”, “beklenmedik olay”, “kötü talih” diyenlerin tarafında olmak son derece kolaydır. Bu verilerin bilimsel dayanaklarına ilişkin konu ile ilgili epidemiyolojik araştırmaları, Uluslararası Çalışma Örgütünün raporlarını, Avrupa İş Sağlığı ve Güvenliği Ajansının raporlarını, Amerikan Ulusal Mesleki Sağlık ve Güvenlik Enstitüsü’nün raporlarını değerlendirmeye çalıştığında yukarıdaki veriyi doğrulayan bir kaynağa ulaşmak mümkün değildir. İş kazalarının bir bölümünün önlenemez olduğu sonucuna bizi götürebilecek yaklaşımın kaynağı iş kazalarının hangi faktörlerin etkileşimi sonucu ortaya çıktığını açıklamaya dönük teorilerden en eski ve tarihsel olanı olabilir. 1930’larda tanımlanan Domino Yaklaşımı kazaların yüzde 88’ini insanların güvenli olmayan davranışlarına (güvensiz hareket), yüzde 10’unu güvenli olmayan eylemlere (güvensiz koşullar) bağlarken; geriye kalan yüzde 2’sinin ise “Allahın işi-takdiri-” “Acts of God” olduğunu varsayıyordu. Böylelikle yüzde 2’sinin nedeni açıklanamayan iş kazalarının önlenebilirliğini tartışmak da mümkün olamayacaktır. “Tahmin edilemezlik”, “beklenmeyen olay”, “kader”, “takdir-i ilahi”… Mutlaka insanın müdahale edemeyeceği bir alan olduğu varsayıldığında çok güzel bir kaçış noktası yaratılmaktadır. Buna bir de “iş kazaları ve meslek hastalıkları”nın üretim sürecinde doğal olaylar olarak görülmesi gerektiği şeklindeki sermaye ideolojisi eklenince tablo tamamlanır. Burada “kötü talih” veya “kaçınılmazlık” ilkeleri son derece tehlikeli kavramlardır ve her halükârda karşımıza çıkmaktadır.
Hatırlarsak, Türkiye Taşkömürü Kurumu Kozlu Müessesesi’nde 8 işçinin yaşamını yitirdiği metan gazı patlaması olayında bilirkişi heyetlerinden birisi “kaçınılmazlık”tan söz etmişti. (İlerleyen bölümlerde ayrıntılı tartışılacak.) “İş kazaları”nın kaçınılmazlığı aynı zamanda hukuki bir tabirdir, sadece bizim hukuk sistemimizde değil dünyada da hukuksal mütalaalarda yer almaktadır. Bilimsel ve teknolojik gelişmeler, her türden “iş kazası”nı önleyebilecek teknolojinin, üretim tekniklerinin, üretim (iş) örgütlenmesinin gerçekleştirilebilmesine olanak sağlayacak düzeydedir. Koşulları değiştirmeden ve iyileştirmeden, bilim ve teknolojinin olanaklarını insanlık için kullanmadan, “kaçınılmazlık” veya “kötü talih” kavramlarına sığınmak, aslında kitleler nezdinde hakim olan geri ve idealist düşünme eğilimlerine (dinin de etkisiyle) sığınarak, burjuva ideolojisini en geri zeminde yeniden üretmektir. Öte yandan bilim ve teknolojiye “tapınmak”, her işin en doğrusunu “mühendisler, teknik adamlar” bilir, hata varsa zaten işçinindir demek de, 19. yüzyıl sonlarında görülen ve hâlâ izleri olan bir eğilimdir. Kaçınılmazlık ve kötü talihten sonra sıra yine “işçi hatası”na gelmektedir.
“İstenmeyen, beklenmedik” olay anlayışına bir de “kaçınılmazlık, tahmin edilemezlik” eklemek için dönüp bir yerlerden referans almak gerekir kuşkusuz. Bu konuyla ilgili tüm kitaplarda ve yazılarda Heinrich’in 1931 yılındaki çalışması yer alır. Yukarıda belirtilen yüzde 98 ve yüzde 2 meselesini literatüre sokan Heinrich olmuştur. Heinrich’in “domino teorisi” veya daha doğru bir ifadeyle “domino modeli” kazaya neden olan süreçleri doğrusal süreçler olarak tarif eder ve sosyal çevre/atadan gelen özellikler, kişinin hatası, güvensiz davranışlar, mekanik ve fiziksel tehlikeler, kaza ve yaralanma şeklinde birbirini etkileyen domino taşları varsayar. Bu modelin en önemli özelliği modelin tam da merkezine “insan hatası”nı koymasıdır. Bu görüşünü desteklemek için Heinrich, 75 bin tazminat/sigorta talebini incelemiş, bu inceledikleri dosyalarda ise yüzde 88 oranında kişilerin güvensiz davranışları, yüzde 10 mekanik ve fiziksel koşullardan kaynaklı, yüzde 2 de önlenemez kaza olduğunu belirtir. Hemen akla şu gelmektedir: Tazminat/sigorta davalarına kim bakmaktadır? Karar alma süreçleri nasıl verilmektedir? Hukuksal süreçler egemen sınıfın çıkarına kararlar vermemekte midir? Kaza raporları kimler tarafından, hangi bakış açısıyla hazırlanmaktadır vs. vs. Teknoloji, bilgi, organizasyon, toplum, değerler ve diğer pek çok şeyi değişen bir toplumda değişime tabidir. Ancak, mesele iş kazalarını önlemeye geldiğinde çoğu uzman ve uygulayıcı hala domino modeline inanmaktadır. Domino modeli sonrasında bu yazının sınırlarını aşacak sayıda ve kapsamda pek çok model ortaya konmuş ve işyerlerindeki ölüm ve yaralanmaların nedenleri irdelenmiş, ciddi bilimsel dayanakları olan kuramlar ortaya konmuştur. Bu kuramların ortak özelliği üretim sürecini bir sistem olarak ele almaları, bu sistemi de toplumsal sistemin bir alt sistemi olarak görmeleri ve incelemeleridir. Ama hala 1931 yılındaki kaza nedensellik modeli neden kullanılıyor diye sormak, neden kader, fıtrat, kaçınılmazlık kavramları işin içine giriyor diye sormaktan farklı değildir.
* Bu yazı 17 Ağustos 2014 tarihinde İleri Haber Portalı’nda yayınlanmıştır.