3 Mart 2020
Ekolojik krize, yerküremizin uzay boşluğunda yeralış süresince başından geçenlerle birlikte, büyük oranda “çevre”nin insanlar tarafından yanlış kullanımı yol açıyor. Donmuş halde bulunan toprak tabakaları (fermafrost) bin yıllardan beri ilk kez erimektedir.
Çevrenin insanlar tarafından yanlış kullanımı yeni değildir. Bundan yaklaşık 4200 yıl önce Sümerlerin sulama yaptıkları toprakların haddinden fazla su ve tuz tutması sonucu güney Mezapotamya çölleşti. Antik çağ filozoflarından Platon da hayvanların aşırı otlatılması sonucu toprağın erozyona uğramasından bahsediyor.
Ancak 1660’larda kömür yakımının çok fazla olması nedeniyle Londra’da hava kirliliği şikayetlerinin artması, 1850’li yıllarda varlığı ispatlanan asit yağmurları, 1886 da ilk uluslararası çevre sözleşmesinin imzalanmasıyla devam eden süreçle birlikte, özellikle atmosferdeki karbon salınımları ve diğer gazlar yüzünden artacak olan hava sıcaklığına işaret edilmektedir. Hava sıcaklığındaki 1-1.5 derecelik artışın bile “kıyamet” gibi tarif edilecek sonuçlara neden olacağı belirtilmektedir. Uzmanlar; tufanlar, dev hortumlar, suların hızla yükselerek şehirlerin yokolması, dayanılamayacak hava sıcaklıkları yüklü hava dalgaları, tüm bunların yeraltı su seviyeleri ve tektonik fayları etkilemesiyle oluşacak büyük depremlerden bahsetmektedir.
Konunun vehameti zamandadır. Bütün bunların bir anda zincirleme başlayarak devam edeceği, insanların büyük bir çoğunluğunun, belki de hiçbirinin kurtulamayacağı bu kıyametin önümüzdeki 20 ila 100 yıl içinde yaşanacağını söyleyen pek çok bilim insanı mevcuttur. Bu konuyu savunan bilim insanları bundan 20-30 yıl önce “felaket tellallığı” ile suçlanmış ancak yeni bilimsel verilerle olan gerçek olaylara bağlı ölçümler, bu suçlamalar için özür dilenmesi gereken noktaya gelmiş bulunmaktadır.
2017 yılına kadar ülkemizin de taraf olduğu 18’i uluslararası 30 a yakın sözleşme veya anlaşma imzalanmış, dünya genelinde bugüne kadar imzalanan çeşitli çevre koruma sözleşmeleri 200’e yaklaşmış ancak kimi kısmi iyileşmeler olsa da bugüne kadar hava su ve toprak kirlenmesinin durdurulabilmesi mümkün olamamıştır. (agy.2)
Dünya ve Türkiye hızla kirlenmekte; çöpleri, endüstriyel atıkları umursamama hali devam etmektedir.
Kirlilik konusunda bilinçlenen devletler ve sivil kuruluşlar da kapitalistlerin engelleriyle göstermelik iş yapar haldedir. Çünkü kapitalistlerin mantığına göre “arıtma”da kar yoktur(NA).
Dünyanın bu hale gelmesine sebep olan faktörler kabaca şunlardır:
1) Katı Atık (çöp) oluşumuna yol açan endüstriyel ve bireysel her türlü atık,
2) Suların (yerüstü ve yeraltı sularının) kirlenmesine yol açan madencilik başta olmak üzere her türlü endüstriyel faaliyetler,
3) Havanın kirlenmesine neden olan, başta savaş olmak üzere endüstriyel faaliyetler,
4) Toprağın kirlenmesi
Endüstriyel ve bireysel tüm faaliyetlerin sonucunda çöp oluşmaktadır. Amerika’da bir kişi bir günde ortalama kendi ağırlığının 2 katı kadar çöp üretmektedir. Buna kullanım dışı kalan (bozulan) ev aletleri de dahildir.
Oluşan katı atık dağları, yeni bir teknikle yakılarak bertaraf edilmeye çalışılmış, bu da havaya diyoksin ve furan ile beraber, arsenik, kadminyum, klorobenzen, klorofenol, krom, kobalt, kurşun, civa, PCB’ler ve sülfür dioksit salınımına yol açmıştır. Dolayısıyla çöp dağları için, yakmak da çözüm değildir.
Bu yıl, 2019’da, 25’incisi yapılan, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Antlaşması Taraflar Konferansı (kısaca COP25 olarak anılmaktadır), ulusal çevre bakanları, onların çevre ve bürokrat ve profesyonel müzakerecilerinden oluşan bir ordusu, STK’lar ve BM çalışanları, Paris’in dış banliyölerinden Le Bourget’te devasa bir binada bir araya geldiler.
Bu toplantının diğerlerinden farkı, 1960’lardan beri ilk kez, oybirliğiyle, tüm bilimsel bulguların doğru olduğunu, acil önlemlerin alınması gerektiğini kabul ettiler. Ancak toplantıda 2 büyük hile vardı:
1- Karbon salınımı açısından, en büyük miktarda çevreyi zehirleyen uçakların uçtuğu Havayolu Şirketleri’ni (Havacılık Sektörünü), ve Deniz Taşımacılığı Şirketlerini (Gemicilik Sektörünü); uluslararası faaliyetler olması gerekçesiyle, bu anlaşmadan tamamen muaf tuttular.
Oysa 1 uçak, 1 kez kalkışta, atmosfere 1 otomobilin 1yıl boyunca saldığı miktara eşit karbon gazları salmaktadır. Zenginler uçsun, fakirler solusun denmekte, durum biraz daha idare edilmektedir. Dünyada tüm küresel sera gazı salınımının %8’i havacılık ve gemicilik kaynaklıdır ve artış hızı vahimdir. Bu oranın 2050 yılına kadar %270 artacağı ve toplam salınımın %40’ını oluşturacağı tahmin edilmektedir. Kapitalistler suyu sattıkları gibi, gelecekte havayı (oksijeni) satacak, kullanan varsıllar yaşayacak, kullanamayan yoksullar ölecek; böylece dünya nüfusu da düzene girecektir. Planlanan bundan başka birşey değildir. Aksi halde kendilerinin de içinde bulunduğu bir dünyaya bunu rahatça yapabilmeleri mümkün değildir.
2- Dünyadaki bio-çeşitliliğin %80’ini koruduğu hesaplanan “yerli halklar”ın hakları, anlaşma metninden tamamen çıkartılmıştır.
Bu hakkın yerli halkların ellerinden alınması, onların yaşadıkları alanlarda, her an rahatça madencilik projeleri, hidroelektrik santraller, ormanların özelleştirilip, güya “yeşil” projeler yapılmasına olanak sağlayacak; yerli halklar, bu faaliyetlere karşı hukuki haklarını arayamayacaklardır.
Tüm bu uygulamalar göstermektedir ki, gelinen son noktada geniş kapsamlı siyasi ve ekonomik değişimlerin yaşanması zorunludur.
Doğacılık, çevrecilik, çevreci popülizm ve derin ekolojistler çözüm değildir. Örneğin derin ekolojistler, insanların dünya üzerindeki yıkıcı baskısının engellenmesi için, nüfus artışının olabildiğince azalması gerektiğini savunmaktadır. Ne yapalım yani insanları mı öldürelim? Kimileri ise dengeyi yok edenin Avrupa Medeniyeti olduğunu ileri sürmektedirler. Dengelerin daima emeği sömüren, daha çok sömürenlerden yana olduğunu zaten biliyoruz. Çözüm?
Biyo-bölgeselciliğin ise yaşadığı kafa karışıklığı, demokrasi ve özerklikle ekolojik sürdürülebilirliğe ve kendi kendine yeterliliğe dayandırılan bir adem-i merkeziyetçiliği otomatik bir biçimde aynı kefeye koymasından kaynaklanmaktadır. Oysa ki, ekolojik sürdürülebilirlik ve kendi kendine yeterlilik ilkeleri büyüklüklerine bağlı olarak farklı bölgelerde farklı biçimler alabilirler. Ayrıca yukarıda 2’inci maddedeki uygulama gibi her an el konulabilir.
Yeryüzünün ekolojik gerçekliğini toplumsal bir biçimde anlamamız gerekmektedir. Amerika’da kalkan bir uçağın saldığı karbon gazı bir süre sonra, hava akımlarıyla Türkiye’nin üzerinde olacaktır. Dolayısıyla uluslarası-uluslariçi diye bir kavram ekolojik kirlenme için söz konusu değildir, dünya kirlenmektedir. Aynı şekilde, dünyamızın yeraltı su seviyesi ile tüm bir kıta, hatta uzun zaman diliminde dünya suları birbirine bağlıdır (NA).
Bir diğer akım Ekofeministler ise, yaşadığımız toplumsal ve ekolojik krizin kökenlerinin kapitalizmden daha eski olduğunu savunmaktadır. Buna bağlı argümanlarla hareket ederek, liberal-kültürel-toplumsal ve sol ekofeministler şeklinde 4 ayrı akıma ayrılmaktadırlar.
Bu akımlardan bir kısım ekofeministler, ekolojik krizle baş etme yollarını 5 köşeli yıldızlarda, ayinlerde, ilahili davullu meditasyonlarda aramaktadırlar. Bu mistik-ruhani bakışlar hiç bilimsel olmadığı gibi komiktir. Ekofeminist düşüncelerin çoğu, kadınların besleyici ve himaye edici niteliklerini biyolojiye indirgeyip özcü bir şekilde ele almakta ve sırf erkekler destekliyor diye bilimsel ve kültürel ilerlemeleri reddetmektedirler. Ekofeminizm ayrıca kapitalizme ve kapitalizmin doğa üzerinde neden böylesi bir tahakküm kurduğuna ilişkin bir analiz getirmemekte ve milyonlarca kadının yaşadığı yoksulluk ya da ırkçılık sorunlarıyla yüzleşmemektedir.
Yeşil hareketine gelince; ilk siyasi parti 1972 yılında Yeni Zelanda’da (Values Party) kurulmuş, takiben 1973’te İngiltere’de (The People) ismiyle kurulan küçük bir parti sonradan Ecology Party ve nihayet 1985’te Green Party ismini almıştır. Esas ititbariyle Marksizmin ve sosyal demokrasinin toplumu dönüştürmekte başarısız olduğunu (Marksizmden Reel Sosyalizm’i anlamaktadırlar-(NA)), eski çevreci hareketlerinde sınırlı bir etkisi olduğunu öne sürmesi bakımından “ne yardan, ne serden yelpazesi” içinde, zaman zaman kapitalist devletle işbirliğine de çekinmeden yoluna devam etmektedir (N.A.). Yeşiller hareketi içinde “Açık Yeşiller” (uzlaşmacı ve birşeylerin değişmesi için seçimlere bel bağlamış reformcular) olduğu gibi, “Koyu Yeşilller” (taban aktivizminin ve eğitim aktivitesi amaçlı seçimlere katılımın altını çizen ve radikal siyasetin, feminizmin ve anti-militarizmin bir sentezini oluşturan köktenciler, kızıl-yeşiller ve anarko-yeşiller) gibi görüşleri savunanlar da bulunmaktadır. (agy.1-syf78)
Sadece Alman Yeşiller Partisi’nin değil, neredeyse tüm Yeşil Partiler’in bir zayıflığıysa, liberal demokrasinin ve parlamentarizmin sınırlarına dair yeteri kadar derin bir eleştiri geliştirememeleridir. (agy.1-syf78) Ayrıca İngiltere’deki Yeşiller Hareketinin en önemli sözcüsü olan Jonathan Porrit, çevrecilik ve çevre sorunlarına yönelik yönetimsel bir yaklaşımı benimsediklerini, bu sorunların üretim ve tüketimle ilgili mevcut değerlerde ve yollarda esaslı değişikliklere gitmeden çözülebileceğine olan inançlarını koruduklarını belirtmektedir. (agy1-73, agy.3)
Politik Ekoloji
Bu grup eko-sosyalistler, eko-Marksistler ve Toplumsal ekolojistlerden oluşmaktadır.
Eko-Sosyalistler, Amerika ve Avrupa’da farklılık göstermektedir.
Amerika’dabulunan Democratic Socialists (Demokratik Sosyalistler) ve Kanada’da faaliyet gösteren New Democratic Party (Yeni Demokrat Parti), çevrenin korunması için gerekli koşulun sosyal demokratların seçimle iktidara gelmesi olduğunu savunmaktadırlar. Bu Partiler İsveç gibi sosyal demokratların iktidarda olduğu ülkelerde yürürlüğe girmiş olan çevre mevzuatlarının yeterli oluşuna dikkat çekerek, Birleşmiş Milletler gibi uluslararası örgütlerin de güçlendirilerek, gelişmekte olan ülkelere de yardım edilmesini desteklemektedirler.
Avrupa’da, Europe’s Green Alternative manifestosunun da yazarları olan Avrupalı özgürlükçü eko-sosyalistlerdir. Bu grup ulus- devletler yerine ekonomik açıdan ademi merkeziyetçi, feminist ilkelerle biçimlenmiş, ve iktidarın keyfi uygulamalarına dayanmayan toplumsal yapılar inşa edilerek, özerk bölgelerden oluşan bir kıta tasavvur etmektedir. Eko-sosyalist değişimin devlet aracılığı ile gerçekleştirilemeyeceğini ve yurttaşların ekonomiyi denetlemesini savunmaktadır. Bırakın Devlet Sararıp Solsun altbaşlıklı bölümünde, özgürlükçü eko-sosyalistler şunları açıklamaktadır:
“Toplumların karşılaştıkları sorunların pek çoğu sadece şu iki koşul sağlandığında çözülebilir : İlk önce, insanların çok büyük bir kısmı (teoride hepsi) kendi ihtiyaçlarını ve bu ihtiyaçların giderilme yolunu gerçek anlamda tanımlayabilme yoluna sahip olmalı ve tüm bu süreci baştan sona denetleyebilmelidir. İkincisi, çözümler sıkı bir taban hareketine dayanacak şekilde yerel ve bölgesel düzeylerde aranmalıdır.” (agy.4)
Onlara göre ekoloji hareketi, “tüm iktidar organlarını (işverenler, teknokrasi, ataerkillik, ordu, siyasi partiler, kilise, devlet) kademe kademe aşındıran” ve yeni bir uluslararası direnişin parçasıdır.
Adem-i merkeziyetçilikte, mevcut Avrupa birliği üye devletler yerine, daha küçük egemen devletlerden oluşan bir mozaik oluşturmayı, federe toplulukların ve bu toplulukları oluşturan halkların kendilerini özgürce ifade etmeleri ve kendi kaderlerini tayin etme hakları hiçbir koşulda yok edilemeyecektir. Siyaseti bir meslek haline getiren her türlü girişime karşı savaşılacaktır. (agy.4)
Yaptıkları pek çok öneri ve açıklama, “toplumsal ekoloji” düşüncesiyle benzerlik göstermekte ve incelenmesi gerekmektedir. Eko-Marksistler, genel olarak Marksist çerçevenin içerisinde kalmakla birlikte, ekonomi-politik üzerine odaklanmaktadırlar.
Üretim ilişkilerindeki değişimi, toptan bir siyasi değişimin motoru olarak görmekte, Taylorist ve Fordist örgütlenme modelinin ekolojik krize yol açtığını düşünmektedirler.
Eko-Marksistlerin öne çıkan bir örneği James O’Connor’ın genel yayın yönetmenliğini yaptığı Capitalizm, Nature, Socializm Dergi çevresi olarak faaliyet göstermektedirler. Yeşillerin yerelcilik vurgusuna karşı çıkmakta, ekolojik sorunların, hem nedeni hem de sonucu olan ekolojik ve ekonomik sorunların yerel olarak çözülemeyeceğini ileri sürmektedirler.
O’Connor, hem merkeziyetçiliği hem de yerelliği reddetme çağrısında bulunmuştur. Uygulanabilir tek siyasi örgüt biçiminin demokratik devlet olduğunu öne süren O’Connor somut örnek vermeyerek geleneksel Marksistlerin önemli bir kısmı gibi çevre ve ekoloji hareketlerine karşı tereddütlerini korumakta ve sınıfsal sorundan uzaklaşılacağı kaygısı duymaktadırlar.
Toplumsal Ekoloji
Toplumsal ekoloji teorisinin kurucusu, ABD’li radikal ekolojist Murray Bookchin’dir. 1982’de yayınlanan The Ecology of Freedoom (Özgürlüğün Ekolojisi) ve 1987 de yayınlanan Urbanization without Cities (Kentsiz Kentleşme) kitaplarında, çevre krizi sorunlarının, derinlerde yatan toplumsal sorunlardan kaynaklandığını ve ekolojik sorunların toplumsal sorunlardan ayrıştırılamayacağını ifade ederek toplumsal ekoloji kavramını tanımlamıştır. İnsanların doğayla olan sorunlu ilişkisi toplumda var olan sosyo-ekonomik, etnik, toplumsal cinsiyetçi ve kültür kaynaklı çatışma ve yabancılaşmanın semptomlarından biri olduğunu, piyasa kapitalizminin daha fazla büyüme adına acımasız bir rekabet altında şekillendiğini, toptan değiştirilmesi gereken insanlık dışı bir mekanizma olduğunu savunmaktadır. (agy.5)
İnsanların ilk doğa’nın evriminden ikinci bir doğa yaratması tamamen «doğal» bir durumdur. Aralarında her ikisini birden zenginleştiren ve biyolojik gerçekliğin diyalektik bir süreçle toplumsal bir gerçeklik olarak yeniden işlendiği organik bir ilişki bulunmaktadır.
Ekolojik krizin kapıya dayandığı bu dönemde yapılması gereken birinci doğaya dönmek değil (ki bu kesinlikle imkansızdır) insanın bu iki doğasını da eko-toplulukların gelişmesi temelinde radikal bir biçimde bütünleştirmektir. (agy.)
Öneriler, Politik Çözümlemeler:
1) “Ekolojik kirlilik” ve buna bağlı güncel problem “iklim krizi”, doğaya salınan atıklara engel olma, minimize etme sorunudur ve “arıtma” gerektirir. Baca gazlarının filtrelenmesi, arıtma tesisleri yapılması, toprağa, suya ve havaya salınan tüm kirletici unsurları kontrol altına almayı gerektiren tesis ve organiyasyon gerektirir. Bu da metaların üretiminde “ilave maliyet” demektir.
Oysa mevcut kapitalist-emperyalist sistem “kar’ı maksimize etme”ye dayalıdır. Kapitalizm krizdedir ve karını düşürecek “arıtma sistemleri”nin maliyetlerine, çok iyimser ve çevreci de olsa katlanamamakta, çalışmayan (göstermelik) arıtma tesisleriyle, numune ölçümlerinde gerçek değerleri bildirmek isteyen mühendisler işinden atılıp, istediği sonuçları raporlayan mühendisler alınarak, daha pek çok akla hayale gelmedik “hile” ile kanun ve yönetmelikler gizlice çiğnenmekte, gizli lobilerle amaca uygun olarak revize edilmektedir. Kazanıldı denilen haklar, süreç içinde, “kar’ın maksimize edilmesi yararına”, kaşla göz arasında yeniden düzenlenmektedir.
Mevcut kapitalist sistem, bu sorunların hiçbirini çözemez.
2) İklim krizini engellemek için alınması gereken önlemler:
a) Üretimin ihtiyaca göre belirlenerek düşürülmesi,
b) Tüketim toplumu olmaktan vazgeçilmesi,
c) Gerekirse, refahtan bir miktar ödün verilmesi,
vs. anlamına gelmektedir.
Bu durum kapitalist ve tröstlerin işine gelmemektedir. Çünkü onlar daha çok üretmek, daha çok satış yapmak, satışı desteklemek (reklam) tüketen-daha çok tüketen bir toplum oluşturmak zorundadırlar. Aksi halde kar’ları azalır, iflas ederler.
Uçaklardaki karbon gazı salınımlarını azaltmak için, 2 saatlik uçuşların altı uçuşları yasaklamak gerekir örneğin, demir-kara yollarının desteklenmesi dünya politikası haline gelmelidir. Oysa bu durum havacılık şirketlerinin iflasına gidebilir, beka’larını sağlamak için ölümüne mücadele edebilirler. Kapitalistler 1-2 saat yolculuk etme konforundan vazgeçmek de istemezler. Halklar belki hayatında bir kez binemediği uçakların karbon-sera gazlarıyla zehirlenir. Örnekler çoğaltılabilir. Sonuç olarak; kapitalist sistem, iklim krizini önlemek için alınması gereken önlemleri destekleyemez, bu imkansızdır, hayaldir.
3) Kapitalist sistemin kara dayalı mekanizması, kirliliğe müsade edip, halklara “oksijen satmak” varken, “ekolojik ürün pazarı” oluşturmak varken, “uzayda yaşam” projeleri varken; kirliliği asla engellemez.
Tüm bu veriler ışığında sosyalistlerin görevi, halklara bunları defalarca defalarca anlatmak, kapitalistlerin “ipliğini pazara çıkarmak”, halklara oyuna gelmemeleri, sözüm ona “çevreci” kuruluşlarla neden çalışmamaları gerektiğini anlatmak, “eko-pazar”ların, “çevreci hareket-aktivistlerin”lerin, “komün köyleri”nin; pek çoğunun show amaçlı, sadece “geçici bireysel kurtuluş sağlayan” kafa oyalayan, halkları kullanan, boş çözümler olduğundan bıkmaksızın bahsetmek, zamanlarını boşa harcayıp cambaza bakmalarını engellemek üzere “doğruda örgütlenmek”, yatay-yerel her türlü olası kümelenme olanaklarını kullanarak “sisteme karşı sistem”le mücadele etmek ve kapitalist sistemi, tüm dünya halklarının yararına olacak şekilde değiştirmektir.
* Nurhan Altınakar (Çevre Mühendisi – toplumcumeclis.org)
Kaynaklar:
1) Politik Ekoloji- İklim Krizi ve Yeni Toplumsal Gündem, Dimitri Roussopoulos Türkçesi, Fuat Dara El Hüseyni (Sümer Yayınları, 2017)
2) Türkiye Barolar Birliği- Uluslararası Çevre Koruma sözleşmeleri.
3) Jonathan Porrit- Seing Green: The Politics of Ekoloji Explained (Oxford:Blackwell, 1984)
4) Penny Kemp, Europe’s Green Alternative : Manifesto for a New World (Montreal: Black Rose Books,1992)
5) Murray Bookchin, Kentsiz Kentleşme, Çev:Burak Özyalçın, Sümer Yay.
6) Murray Bookchin, Özgürlüğün Ekolojisi, Çev:Mustafa Kemal Coşkun, Sümer Yay.
7) Metin Çulhaoğlu, İdeolojiler Alanı ve Türkiye Örneği, (Nisan1999-Özgür Üniversite Kitaplığı:17)