23 Ocak 2016
Gezegenin geleceği, yerkürede yaşayan herkesi yakından ilgilendiren ve etkileyen son derece önemli bir mesele. Bunu daha iyi anlayabilmek için Paris’te yıl sonunda yapılan ve 150 ülkenin katıldığı Dünyanın 21. Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi’nin nelere işaret ettiğine daha yakından bakmak gerekiyor. Zira meselenin ekolojik boyutundan daha da tartışmalı olan küresel politikalar boyutu, alınan kararların gerçekte neye işaret ettiğinin doğru analiz edilmesini de beraberinde gerektiriyor.
Plansız ve kontrolsüzce betonlaşan kentler, sulak alanlar ve rezerv orman alanları başta olmak üzere yok edilen doğal kaynaklar, nüfus artışı ve artan fosil yakıt tüketimiyle gezegenimizin ortalama sıcaklığı kabul edilebilir sınırların ötesine geçti. Aşırı kuraklık ve ani- yoğun yağışlar ile küresel ısınma giderek daha da görünür hale gelmeye başladı. Çin, ABD ve Avrupa Birliği gibi karbon salınımında başı çeken ülkelerin küresel ölçekte alacakları kararlar, bireysel olarak atılacak adımların ötesinde bir anlam taşıyor. Paris zirvesi 1992 yılında imzalanan ve 1995’den bu yana her yıl düzenlenen küresel bir anlaşma olmasına rağmen bu zamana kadar salınımı azaltmayı hedefleyen küresel bir plan konusunda uzlaşılamadı. Bu çaba, 1997 yılında Kyoto Protokolu’nun şekillenmesi ve 2005’te çoğu ülke tarafından kabul edilmesiyle iki kez başarıya yaklaşmıştı. Nihayet 2015’in sonunda Paris’te kabul edilen anlaşma ile küresel ısınma bağlamında ‘tarihi adımlar‘ atılmış olduğu düşünülse de çevre ve sivil toplum örgütleri, meslek örgütleri, siyasi partiler ve bilim insanlarının eleştirileri konunun politik çelişkilerine dikkat çekiyor. Bu bağlamda, devletler arası müzakerelerin ulusötesi şirketlerce baskılandığı ve çözüm önerilerinin sorunun ortadan kaldırılmasına yönelik değil sorunu yaratan sistemin sürdürebilir kılınmasına yönelik olduğuna dair eleştiriler konunun politik çelişkilerinin odak noktası.
Diğer bir deyişle teorideki rakamsal verilerin pratikte ülkelere ne ölçekte yaptırımlar getirdiği ve bu yaptırımların hukuken ne kadar bağlayıcı olduğuna dair sorunlar kafalarda soru işaretleri yaratıyor. Zira anlaşmanın bu yanıyla son derece eksik olduğu düşünülüyor. Paris anlaşması CO2 salınımına neden olan fosil yakıt tüketimine dair herhangi bir atılımda bulunmazken yenilenebilir enerjinin yeni bir pazar olarak önümüzdeki süreçte ön plana çıkacağı öngörülüyor. Kendini artık sürdüremeyen bu sistemin “bekası” olarak sunulan şirket çıkarları sera gazı salınımlarının kısıtlanması gerçeğini ve daha bir çok şeyi görmezden geliyor. Bilim insanlarına göreyse iklim değişikliğini durdurmak en başta fosil yakıtlardan vazgeçilmesine bağlı. Öte yandan iklim değişikliğini bir sistem ve adalet sorunu olarak ele aldığımızda iklim değişikliği olgusunun adalet meselesiyle ilişkisini sorgularken, iklim değişiminin yıkıcı etkilerine maruz kalan, en az sera gazı üreten yoksul ülke ve halklar açısından adil biçimde ele alınması gerekililiği de ön plana çıktığını fark ediyoruz.
İklim sözleşmeleri küresel ölçekte bazı farkındalıklar oluştursa da içerdiği çelişkilerin gerçekte neye işaret ettiğini bilmek ciddi bir önem taşıyor. Bu anlamda iklim değişimini engelleyebilecek adımların sistemin değişimine dair verilecek mücadeleye bağlı olduğunu görmek gerekiyor. Öyle görünüyor ki gelecek kuşakların güvenli ve yaşanabilir iklim koşullarında yaşamasının sağlanabilmesi gönüllü olarak atılacak adımlara ve büyütülecek bilinçli mücadeleye bağlı.
Deniz Özdeniz – Mimar