Kent kavramı her daim güncelliğini koruyan ve canlı bir organizma gibi sürekli değişen, imkanlar barındıran bir olgudur. Bu kavram sadece bir coğrafi alan olarak tanımlanamaz. Lefebvre, “Kentliler, şehirciliği değilse de kentleri yanlarında taşırlar” der.[1] Bu tanımlamadan da hareketle; kent, yanımızda taşıdığımız bir olgu ise biz ne tür kentler istiyoruz? Yanımızda taşımaya değecek kentler nasıl olacak?
Bu soruya yanıt bulmak o kadar kolay olmayacak. Sadece coğrafi bir alan olarak belirlenemeyen kentten beklentiler de salt “güzellik” olamaz elbette. Kenti belirleyen şeyler olan toplumsal bağlar, yaşam biçimleri, mekanların bu doğrultuda tasarlanması, nasıl bir kent istediğimiz gibi sorular hep birlikte cevaplanması gereken başlıklar olarak beliriyor.
Kentlerin kuruluşu, farklı formasyonlar içerisinde tarih öncesi çağlardan beri tarif edilir. Kentlerin kurulmasında, şekillenmesinde fiziksel, coğrafi, toplumsal, ekonomik, politik, idari faktörler; biçimlenmesinde yaşayanların yaşam şeklinin, üretim ve tüketim davranışlarının değişmesi rol alır. David Harvey’e göre kent hakkında oluşturulacak herhangi bir teori, mekan ile sosyal süreçleri birlikte ele almalıdır.[2] Diğer türlü kenti sadece coğrafi bir alan olarak değerlendirmek, kenti anlamamak, sunduğu zengin ve çeşitli imkanları kurutmak anlamına gelecektir.
Kentin tarih boyunca serüvenine uzun uzadıya girmeyi bu yazıda denemeyeceğim. Ancak ilk kuruluşundan beri bir artık ürün yoğunlaşması ile yükselen kent kavramının özellikle sanayileşme sonrası bir “kent sorunsalı”nı ortaya koymak için çıkış noktası olduğunu söyleyeceğiz. Sanayileşme süreci toplumdaki zamanımız üzerine dönüşümün motor gücünü sağlar. Lefebvre, bu süreçte bir “belirleyen” ve “belirlenen” tarif eder.[3] Sanayileşmeyi “belirleyen”; büyüme ve planlamayla şehri ve kentsel gelişimi ilgilendiren sorunları “belirlenen” olarak ifade eder. Belirlenen olsa dahi kent sorunsalı o denli büyük kaygılar ve imkanlar üretmektedir ki yaşadığımız toplumu “kent toplumu” olarak ifade edeceğiz. Bu tanımlamanın ana sebebi, sanayileşme ile ortaya çıkan yeni sermaye birikim modelinin kenti yaratan unsurların her birine ayrı ayrı ve yekûn olarak yaptığı etkidir.
Sanayi Devrimi’nin getirdiği ve 19. yüzyılda yoğunlaşan birikim, toprakların yağma aracı haline getirilmesi oldu. Kırlardan kentlere, sefalete, açlığa, yoksulluğa getirilenler, başta istenmeseler bile kentlerin asli unsurları haline geldiler. Kentlerin büyümesi için gerekli iki koşul sağlanmalıydı; nüfus artışı ve köyün çözülüşü. Ancak böyle emeğin ve sermayenin yoğunlaşması sağlandı. Engels, 1845 yılında tamamladığı İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu kitabında; İngiltere’de sanayileşmenin proleterleşme ve kentleşmeyi doğurmakla birlikte, kent içinde sınıf çelişkilerinin nasıl sivrildiğini, kentsel mekanın da bunu üretecek biçimde yaratıldığını anlatır.[4] İngiltere’de kentlerde işçi sınıfı, barakadan bozma çatılar altında, kanalizasyonu olmayan sokaklardan hastalık kaparak, üst üste tek göz odalarda yaşamaktadır. Kentlerde öyle bir düzen kurulmuştur ki burjuvazi, eğer istemezse yoksulluğu sefaleti hiç görmeden belki bir ömür geçirebilir. Kentler, kapitalizmin eşitsiz gelişiminin mekanlarıdır ve aynı zamanda sınıf bilincinin, kapitalizmi yıkma dinamiğinin yeşerdiği yerler olurlar. Engels, kentlerin özgün diyalektiğini böyle kurar.
Türkiye nasıl kentler üretti?
Türkiye’nin kentleşmesinin 1850’lerde Osmanlı modernleşmesi ile başladığını söyleyebiliriz. Öncesinde dini, etnik ve ticaret merkezli, bu öbekleşmelerin yarattığı organik bir “planlama” söz konusu idi. Bugün yaşadığımız pandemi ile yeniden hatırladığımız, 1830’lardan 1860’lara dek dalga dalga süren kolera salgını, o tarihlerde yaklaşık 30 bin insanın hayatını kaybetmesine neden olmuştu. Bu sonuç sonrası geliştirilen halk sağlığı tedbirleri, Turuk ve Ebniye Nizamnamesi (26 Kasım 1861) ile hayata geçirildi. En basit ancak hayati haliyle “modern kanalizasyon sistemi” kuruldu. Kentler büyümeye başladı. 19. yüzyıl sonunda yüzde 20’lere tırmanan kentli nüfusla bir başka planlama hamlesi, yapı malzemesi ahşap olan kentlerdeki yangınlar sebebiyle geldi. Bu kez yangın duvarları, yangın önlemini içeren yönergeler, yanan mahallelerin yeniden yapılanmasında planlama düşünceleri ortaya çıktı.
Cumhuriyet sonrası Türkiye modernitesinin sanayileşme hamlesi ile birlikte küçük Anadolu kasabalarından sanayi kentlerine dönüşen kentleri saymazsak 2. Dünya Savaşı’na kadar yavaş bir kentsel büyüme seyri izlendi. Bu yeni sanayi atılım dönemi aynı zamanda Türkiye’de çok partili döneme geçme tarihiydi. Bu dönemde yaşanan kente göç, yüzde 6 hızla arttı. Türkiye’de kapital birikim hızının yavaşlığı kırdan göçü karşılayacak durumda olmayınca, sessiz bir mutabakat sağlanarak ilk olarak “gecekondu” olgusu ortaya çıktı. Kurulan sanayi tesisleri etraflarına gecekondu alanlarını çekmeye başladı. Tıpkı, 19. yüzyılın başlarında Avrupa ve Amerika’da ya da devlet eliyle 1930’larda Türkiye’de sanayi tesisi ile kurulan sanayi kentleri (company town), işçi mahalleri gibi. Sanayileşme hamleleri, planlı ya da plansız olsun işgücü ve yaşadığı mahalleri yaratarak kentte hareket ettirdi.
1950’lerde Türkiye’nin kente göç karşısındaki stratejisi “kentleşmeyi ucuzlatmak” oldu.[5] İlhan Tekeli, Türkiye’de dönemin, ucuzlatılma uğraşındaki bir başka kentsel sorunla ilgili ortaya çıkan çözümü “yap-sat”çılık olarak tanımlıyor. Yine kapital birikim koşullarıyla ve imar esaslarıyla ilgili olarak, kentteki konut sorununa bir çözüm; tek bir parsel üstüne, pek çok konut yaparak ve maliyetini bölüşerek, mülkiyetini de “kat kanunu” ile paylaşarak geliştiriliyor.
Kentsel sorunlar olarak tarif ettiğimiz bu başlıkların, ekonomik ve kentsel değişim eşik noktalarının, ülkedeki ya da dünyadaki kırılma noktaları ile neredeyse birebir örtüştüğünü görüyoruz. Birazdan açmaya çalışacağım biçimde, bu kırılma noktalarının yapısal politik değişimlere, kimi önemli yasal düzenlemelere denk düştüğünü bir zaman çizelgesi üzerinden rahatlıkla okuyoruz. Örneğin 1950’lerde az önce bahsettiğimiz kırdan kente, özellikle Marmara Bölgesi’ne göçte, Demokrat Parti dönemi, ABD’nin kendi krizini çözmek üzere savaş sonrası uyguladığı Avrupa imarını hedef alan Marshall yardımları, tarımdaki makineleşme ve kırın çözülmesi belirleyici olmuştur. Bu dönem aynı zamanda sanayi sektörünün ülke genelinde dengeli dağılımdan vazgeçilip Marmara Bölgesi’ne yoğunlaştırılması ve sanayinin özel sektör eline bırakılması dönemi olarak da belirginleşir. Bu da İstanbul’da biriken iş gücünün barınma sorununu ve kendi bulduğu çözümünü ortaya çıkardı, plansız ve hızlı kentleşme başladı.
24 Ocak 1980 tarihiyle birlikte ülkede neoliberal politikaların her alana sirayeti mekansal etkilerini de göstermiştir. 1960’larda Dünya Bankası ile yapılan fon anlaşması ile başlayan ve 1980’li yıllarda İstanbul’un “küresel kent” kimliğinin yaratılmaya çalışılmasıyla hız kazanan adımlar, neoliberal politikaların yarattığı ekonomik, sosyal, politik ve mekansal dönüşümlere işaret etmekteydi. Yani politik kırılmalar, ekonomik dönüşümler ve kentsel değişimleri çakıştırdığımızda yeni bir sürecin açıldığı görülmekteydi.
Bu azmanca büyüyen kentlerde trafik ve çevre kirliliği en büyük sorunları yarattı. Çünkü “kentleşmeyi ucuzlatmak” prensibi 1950’lerden beri değişmemişti. 1980’lerde daha da büyüyen bir konut açığı ile kentler karşı karşıyaydı. Bu dönemin karakterini belirleyen neoliberal politikalar ile büyük projeler için büyük sermayeler elde eden gayrimenkul yatırım ortaklıkları yeni bir tür konut biçimini Türkiye’ye getirdiler: Toplu konut. Konut açığını toplu konutlarla, ulaşım problemini dolmuştan toplu ulaşım projelerine geçiş (metrolar) ile çözmeye çalışan bu dönemde kentlerin makroformunda köklü ve yıkıcı bir değişim ortaya çıktı: Kent, merkezi alanlara bina bina eklenen alanlarla değil, büyük parçaların eklenmesiyle büyümeye başladı. Merkezi İş Alanları’nın hızlı biçimde yer değiştirmesi, uydu kentlerin oluşumu, otoyolların yerleşmesi, kentin büyük parçalar halinde kent çeperlerine sıçramasına neden oldu. Neoliberal politikalarla sanayisizleşen kentlerde, sanayi çevrelerine kurulmuş işçi mahallelerinin artık kullanım değeri kadar değişim değeri de artmış olan kent topraklarında işi kalmamıştı, sürülmeliydiler. Son yıllarda çarpıcı biçimde sürecini takip ettiğimiz ve mücadelesine omuz vermeye çalıştığımız Haliç Dayanışması deneyimini bir örnek olarak vermek isterim. Haliç kıyılarında 15. yüzyıldan beri üretimine devam eden tersanelerin kapatılması, etrafında yüzyıllardır yerleşikleşmiş işçi mahalleleri açısından üretim alanlarını kaybetmenin ötesinde yerlerinden edilmeleri anlamına da geldi. Tersaneler yerine yapılmak istenen ve çalışmaları süren HaliçPort projesi ile artık o kıyılar marina, AVM, kongre merkezi, otel gibi işlevler yüklenecek. Emekçileri evlerinden tek tek çıkarıp atmasalar bile, nefes alamaz, bölgede yaşayamaz hale getirecekler, terke zorlayacaklar. Haliç Dayanışması, aynı zamanda endüstri mirasını korumak için 2013 yılından beri mücadele etmeye devam ediyor.[6]
Bu durum sadece Türkiye’de değil, dünyada da benzer biçimde gerçekleşti. Bir yandan kentlerin büyük sanayiden arındırılması, bilişimin hız kesmeyen büyümesi ve hizmet sektörünün öne çıkarılması yaşanırken, diğer taraftan kırda yaşamanın olanakları imkansız kılınarak kentte yaşam bir zorunluluk haline geldi. Kentsel yoksulluk hızla yükselirken, bu kez merkezlerdeki yerlerine önceden yerleşmiş olan sermaye sınıfı, emekçilere merkezde alan bırakmadı ve kentlerin çeperlere doğru taşma eğilimi hız kazandı. Mike Davis, 1970’ten beri kent nüfusunda en büyük artışın kentlerin çevrelerindeki yerleşimler, “kenar mahalleler” olduğunu söylüyor.[7]
Merkezi İş Alanları’nın dahi ani hareketlerle kent çeperlerine hareket ettiği, imar planlarında katiyen korunması gerekli yerlerin 3-5 sene sonra imara açıldığı, su havza sınırlarının sanki el ile biçimlendiriliverdiği kentlerimizde, artık tutarlılık ve planlama kalmamış durumdadır. Türkiye nasıl kentler üretti sorusunun sonuçları içerisinde yaşamaktayız ve İstanbul için en yoğun kentsel saldırının yaşandığı dönemi 2001 yılından beri artan yoğunlukla yaşıyoruz.
AKPli yıllarda bu tablo hiç olmadığı kadar azmanlaşmıştır. Bu hareket tercihini sadece ekonomik bir motivasyonla açıklayamayız. AKP aynı zamanda düzenin ideolojik, hukuki, kurumsal dönüşümüne dair müdahaleleriyle bir hegemonya kurmaktadır. Bu kurulan yeni masada artık inşaat sadece ekonomik bir tercih değil; devlet ihaleleri, arazi tahsisleri, el değiştirmelerde yandaş kayırmacılığı, özellikle mega projelerle seçim yatırımları gibi imkanları sağlayan “müthiş” aygıt olmuştur.
İstanbul özelindeki örnekler çok zengin elbette. Ama tek belirlenimimiz de bu kent değil. Tüm ülke yerleşimleri için topyekûn bir saldırıyı göğüslemeye çalışıyoruz. Göğüslemeye çalışıyoruz diyorum çünkü ısrarla, inatla ve iyi ki bu saldırıya karşı direnenler olduğunu, kazanımlarla yaşadıkları yerlere sahip çıkma kavgası verdiklerini görüyoruz. Bu yekûn saldırıyı birkaç kol ile tarif edebiliriz. Biri kuşkusuz ki hukuk.
Yasalarda yapılan değişikliklerin pek azı kamusal alanların, ekolojik çevrelerin, barınma hakkının lehine oldu. Örneğin Orman Kanunu sadece AKP döneminde 21 kez değiştirildi. 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun tam bir ceberut yasa. Afet riski adı altında kentsel dönüşümün meşrulaştırılmaya çalışıldığını, kentlerimizin en önemli sorunlarından biri olan afetlere karşı hiçbir tedbir alınmadan, tamamen rant odaklı işletilen bir yasa olduğunu her örnekte görmekteyiz. İstanbul’un zemin açısından en sağlam görünen, en değerli arazilerini 6306 sayılı Afet Yasası kapsamında “riskli alan” ilan ederek tamamen Çevre ve Şehircilik Bakanlığı kontrolüne geçirmeye yarayan kanun; halkın afet korkusuna dayanarak, tartışmalı, kent muhalefeti yaratan projelerde bu kılıf ile saldırmaya yaradı. Turizmi Teşvik Kanunu ile kıyılarımız, ormanlarımız, mesire alanlarımız da rantı yüksek “kupon araziler” olarak görüldü. 2016 yılında dar boğaza giren AKP’nin mega projelerine can suyu vermek için Varlık Fonu Yönetimi Anonim Şirketi kuruldu. Ve daha pek çok yasal düzenleme, ardından gelen kentsel müdahaleyi meşrulaştırma uğraşı olarak meclisten geçmektedir. Kentsel dönüşümleri, politik ve ekonomik kırılmalar ile birlikte okurken, çizelgenin altına mutlaka bir de hukuki değişimler katmanı açılmalıdır.
Peki evimiz nerede?
Yaşam alanlarımızda biz nerelerdeyiz? Sıkıştık mı, dağıldık mı, uzağa mı düştük? Kent hakkından payımıza düşen ne, alabileceğimiz ne kadar?
Meydanlar antik dönemden beri kentlerin, yerleşimlerin buluşma, konuşma, paylaşma, her biçimde alışveriş yapma mekanlarıdır. Bu kimi zaman bir ağaç gölgesi olur, kimi zaman bir köy kahvesi, kimi zaman idari binaların ortası, kimi dönem de cami avlusu. Ama asıl olan şudur ki, meydanlar kentlerin yaşayanlarına sunduğu en imkan dolu mekanlardır. Bir yoldaşım, askerlik anılarını anlatırken, köy kahvesi olmayan, sosyalleşme imkanı yaratılmamış bir köyde kan davasının bitemediğinden bahsetmişti. Bu örnekle anlatmak belki eksik ama karşılaşma imkanları meydanların asıl gücüdür. Öncelikle bizim belki de başımızı soktuğumuz evlerimizden daha çok evimiz meydanlar, sokaklardır. Kent emekçilerinin bugün yaşadığı sadece yoksulluk değil, beraberinde yoksunluktur da. Hissettiği bu yoksunlukta en açık yarası kent mekanından dışlanması, kentlerin birikiminden faydalanamamasıdır. Jane Jacobs “Kent merkezi yaşamın kalbidir ve bu merkezi öldürmek, sosyal yaşantıya büyük bir darbe vurmak demek olacaktır”der.[8] Meydanlar, sokaklar, kamusal alanlar kentlerin ve kentlilerin nefes aldığı mekanlardır. Bugün koparılmasak bile, meydansızlaştırılan bir deneyim sürecinin içinden geçmekteyiz.
Türkiye’de kentsel eşitsizliklerle ilgili özellikle son yıllarda çarpıcı çalışmalar yapılıyor. Gündelik hayatta deneyimlediğimiz eşitsizlikleri bir veri haline getirmek, dönemin en trend uğraşı olarak “veri toplayıcılığı” açısından çok bereketli olanaklar sunuyor.
Kentsel eşitsizlik verilerini gösteren çalışmalara, yaşadığımız pandemi döneminde yeni bir katman eklenmiş oldu. Aslı Odman ve Murat Tülek, Hayat Eve Sığar uygulaması ve İstanbul’un sosyo-mekansal verilerini temsil eden kent95.org sitesi verilerini çakıştırarak bir takım sorgulamalar yaptılar.[9] Hayat Eve Sığar uygulamasında en çok Covid-19 vakasının görüldüğü kırmızı bölgeler ile kent95.org sitesinde “orta-orta altı” sosyo-ekonomik konuma işaret eden mahallelerin büyük oranda örtüştüğünü gösterdiler. Belki pek çoğunuzun görmüş olduğu velocity.com şirketinin 1 milyon akıllı telefon dolaşım verisinden Mart 2020’de derledikleri veriye göre orta üst rayiç bedele sahip semtlerde evde kalma oranının yüksek çıktığı, orta-orta alt rayiç bedele sahip semtlerde ise evde kalınamadığı görsel olarak paylaşılmıştı. Kentsel eşitsizlik koşullarımız, kentsel mekanı kullanımımızdaki yoksunluğun dışında zaten varolan ancak pandemide daha görünür kılınan, sağlığımızı da belirleyenlerden olduğunu göstermektedir.
Buradan “Kent Hakkı” kavramına gelirsek; Henri Lefebvre’nin ilk olarak 1967 yılında yazdığı makalesinde dile getirdiği kavram, kapitalizmin kentlerinde gündelik hayatın eleştirisine dönüktür. Lefebvre, bu gündelik hayatın yarattığı yabancılaştırma ile ortaya çıkan insanlık durumunun yine kenti dönüştürerek aşılacağını söyler, “Sadece dönüşmüş, yenilenmiş kentsel yaşam hakkı olarak formüle edilebilir” der. Kapitalizmin bu gündelik hayat eleştirisine ise şunu ekler:
Oturduğu evden çıkıp, yakındaki ya da uzaktaki gara, tıklım tıklım dolu metroya, büroya ya da fabrikaya koşturan, akşam olduğunda aynı yolu gerisin geri teperek evine gelen ve yeniden başlayacak güne hazırlanmaya çalışan kimsenin gündelik hayatını anlamak için insanın gözlerini açması yeter.[11]
Sosyal kuramcı David Harvey ise “kent hakkı” kavramını, kapitalizmin neoliberal evresi ile coğrafya ve mekan çalışmalarını zenginleştirerek ortaya koyar. Bu hakkın hayata geçebilmesi için üretilen artık değerin kontrolünün üretende olması gerektiğini söyler. “Kent hakkı” Harvey’e göre salt amaç değil, anti-kapitalist mücadele için bir çıkış noktasıdır. Kapitalizmi aşmak için sadece sanayi proletaryası değil, aynı zamanda kent sakinlerinin (Lefebvre’nin tarifiyle kapitalist kentin gündelik hayatına maruz kalanların) de oluşturduğu kentsel toplumsal hareketler işaret edilir. Burada son olarak Harvey’den bir alıntı ile bitirelim:
…Kaldı ki şehir hakkı boş bir gösterendir. Ona kimin nasıl anlam yükleyeceğine bağlıdır her şey. Finansörler ve müteahhit firmalar şehri talep edebilirler, ki buna hakları vardır. Fakat evsizlerin ve orada yaşamasına izin verilmeyen kaçak statüsündeki mültecilerin de bir o kadar hakkı vardır şehir üzerinde. Marx’ın Kapital’de dile getirdiği, “eşit haklar arasında son kararı belirleyen güçtür” şiarını akılda tutarak, burada tanımlanan hakkın kime ait olduğu sorusuyla kaçınılmaz olarak yüzleşmemiz gerekir. Bu hakkın nasıl belirleneceği başlı başına bir mücadele konusudur ve söz konusu hakkı yaşama geçirme mücadelesi ile el ele ilerlemelidir.[12]
[1] Henri Lefebvre, Şehir Hakkı, Sel Yayınları, s. 132.
[2] David Harvey, Asi Şehirler, Metis Yayınları.
[3] Henri Lefebvre, a.g.e, s. 26.
[4] Friedrich Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu, Sol Yayınları. Ayrıca İleri Kitaplığı’ndan çıkan Engels Okuma Kılavuzu’nda Can Soyer’in Marksizmin Numunesi: İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu makalesinin okunması tavsiye edilir. Friedrich Engels’in kent ve konut sorununa bakışına dair tamamlayıcı bir kaynak olması bakımından Konut Sorunu (Yordam Kitap) da okunmalıdır.
[5] İlhan Tekeli, İktisat ve Toplum Dergisi, Sayı 109, 2019.
[6] Haliç Dayanışması’nın blog sayfasın incelemek için: halicdayanismasi.org
[7] Mike Davis, Gecekondu Gezegeni, Metis Yayınları, s. 39.
[8] Jane Jacobs, Büyük Amerikan Kentlerin Ölümü ve Yaşamı, Metis Yayınları.
[9] Aslı Odman, Pandemide Kapitalizmin Mekansal Örgütlenmesine Dair, Pandemide Toplumcu Seçenek Yayını, 2021. https://toplumcumeclis.org/e-yayin-pandemide-toplumcu-secenek/
[10] Harita Karşılaştırmasını incelemek için: https://cdn.knightlab.com/libs/juxtapose/latest/embed/index.html?uid=45f703b4-3c0f-11eb-83c8-ebb5d6f907df
[11] Henri Lefebvre, Şehir Hakkı, Sel yayınları, s. 133.
[12] David Harvey, Asi Şehirler, Metis Yayınları, s. 36.