2021 yılının Mayıs ayında TÜİK tarafından açıklanan Tüketici Fiyat Endeksi’ne göre, kira artış oranlarına göre ev sahiplerinin yapabileceği azami kira artışı %15,5 olarak belirlenmişti. 1 Ancak, İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük kentler başta olmak üzere Türkiye’de kiralık verilmeye hazır bulunan konutların piyasadaki aylık kira miktarı açıklanan enflasyon oranlarının çok üstünde arttı. Bunun yanında, yeni kiralanacak evler hakkında hiçbir hukuki düzenleme olmaması, ev sahiplerinin istediği fiyattan kiraları belirlemesine yol açıyor.
Konut fiyatlarındaki artış son iki yıldır yaşanan küresel sağlık kriziyle daha da görünür hale geldi. Özellikle son aylarda yaşanan kira artışlarının nedenleri, gayrimenkul değerlendirme alanında “konunun uzmanları” tarafından, pandemi nedeniyle yeni konut üretiminin yavaşlaması ve artan talepleri karşılayamaması, yaklaşık 80 bin mülk sahibinin kentsel dönüşüm projeleri nedeniyle mülklerini terk ederek kiralık konut arayışına girmesi, yüz yüze eğitimin yeniden başlayacak olması ve birçok yurdun uzaktan eğitim sürecinde kapatılması dolayısıyla özellikle üniversite çevrelerinde kiralık ev arayışının artması, kredi faizlerindeki artışın konut fiyatlarını da arttırmış olması, bazı sitelerde site yönetiminin tek yetkili emlakçıyla anlaşılması şartını getirmiş olması ve konut kredilerinin artmasıyla mülk sahibi olma tercihinin yerini kiracı olmaya bırakması olarak özetlendi.2 Kira artışının ve yaşanan konut sorununun bunlar yanında elbette pek çok nedeni var. Arz-talep ilişkileri, pandemi koşulları ve kiracı davranışlarıyla açıklanan ve devletin rolünün yalnızca “piyasa koşullarını kolaylaştırma” üzerinden sunulduğu bu duruma kent ve barınma hakkı boyutuyla bakmak ve devletin düzenleme görevini tamamıyla piyasa koşullarına bırakmasının sorunun açıklanmasında üst başlıklar olduğunu unutmamak gerekir. Soruna ilişkin getirilen çözüm önerilerinde “konut üretiminde düşük faiz” ve “daha fazla üretim” gibi devletin yalnızca piyasa koşullarını “kolaylaştırma” rolüne devamlılığını sağlayan “büyüme” odaklı geliştirilen önerilerin yalnızca kapitalizmin krizlerine yönelik çözümler olduğu bilinmelidir.
Özetlenen bu nedenler, elbette, kapitalizmin anlık krizlerinden ibarettir ve sorunun asıl kaynağını gizleyip çözümü piyasa koşullarındaki dengenin tekrar sağlanmasında arar. Yani bu nedenler, Engels’in yaklaşık 120 yıl önce ifade ettiği gibi, kapitalizmin geçici olan yanlarını gösterir ve değiştirilerek kapitalizmin işleyişinin normale döndürülmesi beklenir. 3 Dolayısıyla sosyalistlere düşen görev, konut ve barınma sorununun geniş çaplı analizinin, konunun ilgili olduğu her disiplin göz önüne alınarak, toplumsal yapının ayrı düşünülmeden yapılması olacaktır. Konut sorununa yalnızca fiziki bir mekanı ekonomik olarak üretebilme koşulları üzerinden bakmak, konuyu yalnızca değişim değerine ve kentsel rant üretimine dayandırıyor. Barınma hakkı olarak bilinen, nitelikli ve herkes için erişilebilir konut üretimi, kapitalist piyasa ilişkilerinin hakim olduğu koşullarda mümkün görünmüyor.
Konut sorunu, cumhuriyet rejiminin ilanından sonra kırdan kente olan yoğun göçle nüfusun artışı sonucunda yıllardır çözüm bekleyen temel konulardan biri. Öyle ki dünyada “konut politikaları” denilen olgu, Türkiye’de nerdeyse yalnızca gecekondu tarihi olarak kendine alan buluyor. Sosyal konut üretiminin münferit örnekleri dışında devletin rolünün yalnızca çeşitli yasal düzenlemeler yaparak “kolaylaştırıcı” olarak belirlendiği bu sorun, özellikle 1980’li yıllardan itibaren kapitalizmin yeni biçimi olan neoliberal politikalarla beraber daha da derinleşti.
Yazının ilk bölümünde AKP iktidarının “sosyal politikalar” altında geliştirdiğini iddia ettiği konut üretimi yaklaşımları ve buna yönelik oluşturulan yasal süreçlerin devletin rolünü şekillendirmesi özetlenecektir. İkinci bölümde ise kent ve barınma hakkı bağlamında nitelikli konuta erişilebilirlik tartışılacak, sosyalist konut üretiminin potansiyelleri aranacaktır.
Bir Meta Olarak Konut
2008 yılında yaşanan ve tüm dünyayı etkisi altına alan ekonomik krizin temelinde ‘konut’ vardı. Yüksek riskli konut kredisi olarak bilinen bu ekonomik kriz, konutun yalnızca bir meta olarak alınıp satılan, piyasada değişim değeri üzerinden var olan bir mala dönüştüğünü yıkıcı bir şekilde hatırlattı. David Madden ve Peter Marcuse’nin başlığı Türkçeye “Konutu Savunmak” olarak çevrilen kitabında yaşanan konut krizlerinin temelinde konutun bir yaşam alanı ve barınma hakkı çerçevesinde toplumsal bir ihtiyaç olmasıyla bir yatırım aracı olması arasında derinleşen çatışma anlatılır.4
“Konutun finansallaşması” olarak da bilinen bu süreç öncesinde, 2002 yılında AKP ekonomik istikrarı sağlayacağı ve sosyal politikalara yatırım yapacağı iddialarıyla tek başına iktidar partisi olarak seçildi. Geldiği günden itibaren, seçim vaatlerinin aksine, neoliberal piyasalarla iş birliğine giren iktidarın yoksul kesimler için hayata geçirmeyi planladığı sosyal politika yatırımları bir tezat oluşturmaktadır.5 Nitekim, geliştirilen konut politikalarıyla ve bunu kolaylaştırmaya yönelik başlayan “yasal düzenleme” süreçleriyle, amacının alt kesimlerin refahı için çalışmak olmadığını, AKP’nin sosyal politikalarının aslında kapitalist piyasa ilişkilerini derinleştirdiğini ve neoliberal büyüme stratejisine hizmet ettiği gerçeğini 6 gösterdi.
2002’de iktidara gelen AKP’nin ekonomik belkemiğini inşaat ve gayrimenkul sektörleri oluşturmaktadır. Dar gelirlilere yönelik sözde sosyal konut üretme amacıyla 1984’te kurulan TOKİ’nin, özellikle AKP iktidarı süresince yapılan bir dizi yasama, destekleme ve özendirme faaliyetleri sonucunda mülk sahipliğini öncelediği görülmektedir. Devletin rolünün tamamıyla “kolaylaştırıcı” olarak tanımlandığı bu dönemde tüm düzenlemeler piyasa koşullarına bırakılmış, piyasanın işleyişini engelleyeceği düşünülen yasal kısıtlamalar devlet tarafından ortadan kaldırılmıştır. AKP eliyle devletin rolü tamamıyla “kolaylaştırıcı” olma rolüne evrilmiştir. Türkiye’nin konut politikalarına baktığımızda kilit noktada bulunan TOKİ’nin geçirdiği yapısal dönüşümler, kent mekanının değişimini açıklar nitelikte. Artırılan yetki alanıyla kentsel dönüşüm projeleri kapsamında da konut üretimini gerçekleştiren TOKİ, kuruluş sebebi olan dar gelirlilere konut sağlamadan uzaklaşarak borçlandırma yöntemiyle yoksulların daha da yoksullaşmasına, sermaye sahiplerinin ise sermayelerini büyütmesine öncülük etmiştir. Özel iştiraklerle ortaklık kurma, kentsel dönüşüm adı altında kamuya ait arazilerde konut yapma ve satma, kamulaştırma yoluyla özel mülk elde etme gibi yetki alanlarına sahip olan TOKİ, artık yalnızca kar elde etme amacı güden bir şirket haline gelmiştir. Dolayısıyla alt gelir grupları için sosyal konut üretiminden bahsetmek imkansızdır. Ayrıca konut kredileri yoluyla borçlandırılarak sahiplendirilen evlerde, mülkiyet hakkını elde etmek için düzenli olarak borcunu ödemeye, dolayısıyla çalışmaya zorlanan işçiler yoluyla kapitalist üretimin devamlılığı sağlanmış olur.
TOKİ’nin kar güden bir şirket olarak yaptığı toplu konut yapılarına baktığımızda yüksek katlı ve yoğunluklu; kentsel dönüşüm projelerinde baktığımızda ise konut sahipleri ve kiracıların yerinden edildiği durumlarla karşılaşırız. Mahallede bulunan tanışıklık hallerini ve sosyal ağları tamamen yıkıma uğratan bu süreçler, yerelde başlayacak barınma sorununa ilişkin direniş hareketlerinin önünü kesmektedir. Mahalleli yerinden edilmekte, bilmedikleri ve kentin çeperinde bulunan bir alanda yüksek katlı konutlara tamamen sosyal ağlarından koparılarak yerleştirilmekte, kent merkezi ile olan bağları kesilmektedir. Kamusal alanların eksikliğiyle ve birbirine benzeyen konutlarla birlikte mekanın örgütleniş biçimi, alanda yaşayanların yaşam alanlarına yabancılaşmasına, dolayısıyla topluluk olarak yaşamanın getirdiği güven ağlarını kaybetmelerine neden olmuştur. Kentsel yerinden edilmeyle beraber kent belleğini oluşturan kent deneyimi yitimi yaşanmaktadır. Özellikle emekçi sınıflar için büyük bir kayıp yaratan bu durum, birlikte yaşama pratiklerini sönümlendirerek ekonomik imece zeminlerini yok etmektedir. Yabancılaşma teorisi, değişim değeri üzerinden ele alınan her metaya uyarlanabildiği gibi, yabancılaştığımız barınma mekanlarımıza da uyarlanabilir. “Konuta yabancılaşma” olarak ele alabileceğimiz bu kavramla kastedilen “kendini evinde hissedememe”, “kendini evinde güvensiz hissetme”, “yaşadığın yerde huzurlu olmama” olarak nitelendirilebilir. Bahsedilen metalaşma süreci sonucunda konut ev, yuva ve sığınılacak güvenli alan olma tanımından çıkmış, artık bir kar elde etme aracına dönüşmüştür. Konuta ekonomik olarak erişilebilirliğin azalması ve mülk sahiplerinin baskısı sonucunda yerinden edilme korkusu yaşayanlar, artık yaşadıkları konuta ve dolayısıyla çevresine yabancılaşırlar.
Konut ve barınma sorununda açılması gereken bir diğer önemli, hatta temel başlıklardan biri kır-kent karşıtlığı üzerine olmalıdır. Kapitalizmin temelinde bulunan bu karşıtlığa, işçi sınıfını kent mekanına mülksüzleştirerek taşımasından aşinayız. Engels, Konut Sorunu’nda kır-kent karşıtlığının ortadan kaldırılmasıyla mülkiyet tek elinin ortadan kaldırılmasını birlikte ele alır. Engels, bu yaklaşımla Marksist kent kuramının temellerini atmış, kentsel sorunların toplumsal sınıflarla olan ilişkisini ortaya koymuştur. Kır-kent karşıtlığını derinleştiren mülkiyet ilişkileri yoluyla kırdaki işçi toprağından edilmiş, sanayi üretiminin olduğu kentlere yığılmıştır. Kent mekanına yığılan sanayi işçileri için konut üretimi, ekonomik fayda elde etmek için bir araç haline gelmiştir. Bununla birlikte, Engels, konut açığı ve konut fazlalığı arasındaki diyalektik ilişkiye değinir. Engels, konut sorununda mekânsal olarak merkeze aldığı Almanya için bu durumu şöyle özetlemiştir; “Sermaye, elinden gelse bile, konut darlığını ortadan kaldırmak istemez.” Kentte, piyasaya dahil edilmeyen boş arsalar ve konutlar bulunmaktadır. Topraktaki özel mülkiyet eliyle devlet tarafından değil, piyasa tarafından fiyatlandırılan arsa ve konutlar, üst sınıfların arzına sunulmaktadır. Bunun yanında, SSCB’nin kent planlamasının temel hedeflerinden birinin kır-kent karşıtlığını ve büyük kent/ küçük kent çelişkisini ortadan kaldırmak olarak belirlendiğini ve bu yönde geniş kapsamlı toprak mülkiyeti politikalarının geliştirildiğini biliyoruz.
Barınma Hakkı Olarak Konut
Henri Lefebvre, kent hakkı kavramını tanımladığında henüz ’68 hareketinin şafağıydı. Ancak tüm dünyayı etkisi altına alan gençlik ve işçi hareketinin birliğinden doğan sloganlara baktığımızda kente ait olmanın devrimci bir hareket; kent hakkının da yalnızca bir talep değil aynı zamanda bir temellük7 olduğunu gördük. “Barikat caddeyi kapatır, ama yolu açar”dı, “Kaldırım taşlarının altında kum var”dı ve sokaklar direnişle, dayanışmayla geri alındı! Peki ’68 hareketinden bu yana geçen yaklaşık 50 yılda, kent hakkına sahip olma iddiasına ne oldu?
Kent hakkı, bugün kaybedilen anlamıyla, verili bir hak üzerinden ele alınmamalıdır. Bu bireysel değil, kolektif bir haktır ve temellük yoluyla elde edilir. Kavram, barındırdığı devrimci potansiyeliyle toplumları edilgenliğe itmez, tam tersine harekete geçirerek mekanda sermayenin ve devletin kontrolünü değil, halkın iktidarını savunur. 21.yy’ın başında tekrar gün yüzüne çıkmasıyla kavram, anlamından uzaklaştırılmış, hukuki bir metnin revizyonist anlamına indirgenerek devrimci potansiyelinden uzaklaştırılmıştır.8 Kent hakkı, David Harvey’in dediği gibi; ‘‘…aslolarak sokaklardan, mahallelerden ezilen insanların naçar zamanlarda yükselen yardım ve destek çığlıklarından doğmaktadır.” 9 Barınma hakkını da kent hakkından bağımsız düşünemeyiz. Kentin geleceğine yönelik tahayyül, kentte ikameti gerektirir ve mahallelerin, burada bulunan konutların nerede olduğu, kimleri dışlayıp içerdiği sınıfsal bir meseledir. Lefebvre “Şehir hakkı kendini üstün bir hak biçimi olarak ortaya serer: özgürlük hakkı, toplumsallık içinde bireyleşme hakkı, habitat ve mesken hakkı. Yapıt hakkı, katılım ve sahiplenme hakkı da (mülkiyet hakkından belirgin biçimde farklıdır) şehir hakkının içinde yer alırlar.” der.10 Kapitalizmin hayatlarımızı değersizleştirdiği, kamusal alanlara erişimden mahrum bıraktığı, insanları ayrıştırdığı, yoksullaştırdığı günümüzde, sosyalist hareket; konut sorununa barınma hakkı olarak bakmakla ve bunun üst başlığı olan kent hakkını politikalarının merkezine yerleştirerek kavramı ait olduğu yere döndürmekle sorumludur.
SSCB deneyiminde üretilen konut yapılarına baktığımızda ise özellikle J. Stalin döneminde yetişkin bireylere sağlanan konut sayısının neredeyse nüfusun tamamına yetebildiğini görüyoruz. Barınma hakkı ve herkese erişilebilir, mülk sahibi olmaksızın konut üretiminin reel sosyalizmin kapitalist sistemlerde piyasa koşullarına bırakılan konut politikalarıyla karşılaştırılamayacak başarılarından biri olduğu söylenebilir. Ancak konut tipolojileri incelendiğinde, bunun mutlak bir başarı olduğunu kabul edemeyiz. Kişi başına düşen konut alanının 4 metrekareye kadar düştüğü SSCB deneyiminin konut yapılarında barınma hakkından söz etmek; ancak yaşanabilir bir konut hakkından söz etmek mümkün olmayabilir. Bununla beraber daha hızlı çözümlere ihtiyaç duyulan ve büyük nüfusların barınabileceği konut alanlarını yaratmak için geliştirilen toplu konut yapıları, dönemin ekonomik-politik durumunun gerekliliklerinden biri olmuştur. Günümüzün barınma sorununa baktığımızda da buna benzer bir hıza ihtiyacımız olduğundan bahsedebiliriz. Güvencesizleştirilen öğrenciler, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin ezilen tarafında bulunan kadın ve LGBTİ+’lar ve giderek yoksullaştırılan emekçi sınıflar için geliştirilecek bunun gibi yaklaşımlar, SSCB deneyiminden örnek alınabilir. Ancak bunların kısa ve orta vadede çözümler olduğu unutulmamalıdır. Ayrıca bu yaklaşım, yaşanılan konut sorununu konut arzı sorununa indirgeyerek yeni imar faaliyetlerine meşru zemin hazırlayabilir. Yaşanabilir kent ve konut alanları inşa etmek, ekoloji mücadelesi ile paralel olarak, uzun erimli sosyalist konut politikalarının ve kalkınma planlarının temelinde olmalıdır.
Sosyalist kentlerin kapitalist kentlerden ayrıştığı en temel nokta, toprak üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılmış olmasıdır. Kent planlama anlayışı, yaşamın tüm alanları kapsayacak biçimde genişletilirken ekonomik planlama ile birlikte geliştirilmiştir. Dolayısıyla konut politikası da daha önceden bahsedildiği gibi günümüzün kapitalist toplumlarının ortaya çıkardığı mülk sahibi olma ile barınacak konut sahibi olma arasındaki çatışmanın olmadığı bir temelde geliştirilmiştir. Toprak rantının olmadığı sosyalist kentlerde, kent ve konut alanları kar etme amacıyla değil, toplumsal fayda çerçevesinde örgütlenmiştir. Konut mekanlarını değerli kılan şey, ondan elde edilecek kar değil, mekanı kullanan insanların yaşam pratikleri ve üretim biçimleridir. Reel sosyalizm deneyiminden günümüzün modern toplumlarına ilerlediğimize, tahayyül edilen sosyalizmin de yaşanmış deneyimlerden yola çıkarak geliştirilen bir kent planlama politikası olmalıdır. Bunu, aile kurumundan bağımsız yaşamları da geleneksel üretim pratiklerine devam etmek isteyen aile yaşamlarını da hesaba katarak yapmalıdır ki, yukarıda sözü edilen niceliğin önünde yaşanılabilir ve toplumsallaşmayı sağlayacak nitelikli konut mekanları inşa edilebilsin. Sosyalizmin görevi, kapitalizmin sunduğu tüketim alışkanlıklarını ve suni yaşam biçimlerini tekrar üretmeden konut politikaları geliştirmek olmalıdır. Kapitalizmin insanları yalnızlaştırdığı ve çevresiyle birlikte kolektif üretim mekanları düşünülmeden geliştirilen konut mekanları, sosyalizmin hedeflediği konut politikasında yer bulamaz.
Bu bağlamdan baktığımızda, konut sorununun çözümünde nicelik olarak yeterli konutun üretilmesi mümkün değildir. Yaşanılan bağlam ve kültürün, konutun niteliğine etkisi vardır. Hızla kentleşen nüfusa karşın sınırlı coğrafi alan ve doğal kaynakların korunması için geliştirilen yaklaşımlar, nüfusun barınma sorununu yoğunlaşmış kent merkezlerinde çözmemize engel oluşturmaktadır. Bu noktada kapitalizminin temelinde bulunan, yukarıda bahsi geçen kır-kent karşıtlığına bakmak elzemdir. Sosyalist kent planlamanın temel amaçlarından biri olan bölgesel eşitsizliklerin giderilmesi, kır-kent ayrışmasında ortaya çıkan farklılıkların giderilmesi olarak özetlenebilir. Kenti biçimlendirecek fiziki yaklaşımların ekonomik planlama ile paralel ele alındığı sosyalizm deneyiminde, 5 yıllık kalkınma planları çerçevesinde merkezi planlama anlayışının yerleştiği görülmektedir. Kapitalist kentlerde, büyük kentlerin gelişmesi ile birlikte kırsal bölgelerin kalkınması da piyasa koşullarına bırakılmıştır. Dolayısıyla bölgesel eşitsizliklerin giderilmesi şöyle dursun, sistemin doğal işleyişi içerisinde ortaya çıkması kaçınılmaz olacaktır. Böyle bir sistemde, büyük kentler, kendi zenginleşmesini sağlamak amacıyla küçük kentleri ve kırsal alanları sömürecek, buradaki doğal kaynakları kendi büyümesini sağlamak için tüketecektir. Görüldüğü üzere, toprak, bu anlayışta yalnızca alım satım değeri çerçevesinde önem kazanmaktadır ve önemli olan tek şey artı değerin toplumsal sınıflar arasında paylaşılması değil; artışı ve fiziksel büyümesidir.
Bir Şey Yapmalı!
Konut ve barınma sorununun her ne kadar çok başlık altında değerlendirilmesi gerekse de özellikle pandemi döneminin derinleştirdiği krizlere ve yoksullaşmaya çözüm olarak sosyalist politikalar geliştirmekle yükümlüyüz. Yazıyı, son zamanlarda başlayan sokak hareketlerinin taleplerini özetleyerek, ancak bunun kısa ve belki orta vadede çözümler olduğunu unutmadan bitirmek yerinde olur. Lenin’in dediği gibi; “Kapitalist üretim biçimi var olmaya devam ettiği sürece, konut sorununun ya da işçilerin yazgısını etkileyen herhangi bir başka toplumsal sorunun tek başına çözümleneceğini ummak budalalıktır.”
Bu noktada “ne yapmalı”, sorusuna gelen ilk cevaplardan birinin “direniş ağlarını çoğaltmak” olması gerekmektedir. Yukarıda da bahsedildiği gibi, temellük yoluyla emekçi sınıflardan alınan kent mekanlarını geri almak için yan yana durmak, bunun gerçekleşmesindeki ilk adım olacaktır. “Kente ait olmak devrimci bir eylemdir.” Kent mekanında gelişen direniş hareketlerinin kent hakkı bağlamında değerlendirilerek mekanın işgallerle geri alınması, kent yönetimini devletin ve sermayenin kontrolünden çıkarma yönünde atılacak adımlardan biridir. Dolayısıyla, direniş ağları örgütlemek, var olan hareketlere destek vererek çoğaltmak sosyalist politikaların gündeminde olmalıdır. Konut mücadelesi, sistematik bir değişimin aracı olarak görülmelidir. Emekçi sınıfların gecekondu mahallelerinde kentsel dönüşüme, yerinden edilmeye ve tahliyeye karşı örgütledikleri direnişlerin çapı ve etki alanı büyütülmelidir. Mevcut politik durum ve kentsel mücadelelerin aciliyet gerektiren doğası, anlık reflekslerle şekillenen hareketlerin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Sol mücadele açısından potansiyel taşıyan bu hareketlerin çıkmazları analiz edilmeli, parçacıl hareketlerin büyütülmesi için yerel düzeyde iletişim ağları kurularak hareketlerin odağı sisteme ve iktidara döndürülmelidir.
Konut mücadelesi emekçi sınıfların gündelik hayatının bir parçasıdır. Elbette bu sokak hareketlerini birtakım yasal düzenleme talepleri takip etmelidir. Sokağın sesinin mecliste yankılanması için, sokağın talepleri, mecliste bulunan temsilciler tarafından iletilmelidir. Ancak buradaki kilit noktanın, sokağın yasaları takip etmesi değil, yasanın sokağı takip etmesi gerektiği unutulmamalıdır.
Engels, konut sorununa çözümlerden birinin “doğal olarak, ancak, mevcut sahiplerin mülksüzleştirilmesiyle, yani onların evlerine evsiz işçileri ya da bugünkü evlerinde aşırı derecede kalabalık olan işçileri yerleştirerek” olabileceğini söylemiştir. Bu bağlamda kentlerdeki konut varlığı kapsamlı bir çalışmayla analiz edilerek mülkünde ikamet etmeyen mülk sahiplerine konulacak vergilendirmeyle piyasada spekülatif fiyat belirlenmesinin önüne geçilmesi hedeflenebilir. Boş konutlara emekçi sınıfların, öğrencilerin ve barınma sorunu olan herkesin belli bir program dahilinde yerleştirilmesi mümkün olabilir. Yine, yerel yönetimlerin boş olarak tespit ettiği alanları piyasa fiyatının altında ücretlerle alarak veya kamulaştırarak sosyal konut yapılarına döndürmesi, barınma sorununun yakıcı sonuçlarına acil getirilecek yanıtlardan biri olabilir.
Bütün bu “düzenleyici” ve “geçici”çözümlerin nihai hedef yolunda bir uğrak olduğu unutulmamalıdır. Kent hakkını talep etmek, tek başına devrimci bir eylem olmamakla beraber bu hareketlerin potansiyelini küçümsemek de Haziran Direnişi’ne, Paris Komünü’ne giden yolları görememek olacaktır. Mücadele kanallarından birini nasıl mahalle ve kent hakkı direnişleri oluşturuyorsa, müşterek alanlar için yürütülen mücadeleler de oluşturmaktadır. Bu iki kanalı birleştirmek, birini diğerine öncelemeden geliştirilecek sosyalist politikaların merkezinde olmalıdır.
Son olarak konut sorunu bağlamında devletin “yönetememe” krizine gönderme yaparak bitirmek yerinde olacaktır. Bir toplumun devletten asgari düzeyde beklentisi, ortaya çıkması muhtemel sorunları tahayyül etmesi ve bunlara yönelik ekonomik-politik planlar geliştirmesidir. Ancak günümüzde yaşanan durumu bir siyasetsizlik ve yönetememe sorunu olarak nitelendirebilmek için temkinli olmakta fayda var. Krizlerin devlet tarafından çözülememesi, bunun her zaman “yapmaya muktedir olmama” ile açıklanabilmesini sağlamaz. “Yapmayı tercih etmeyerek” bu durumda bile muktedir olabilen bir iktidardan söz edildiğinde, devletin piyasa ile kurduğu ilişki daha iyi analiz edilmelidir.
1 https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Tuketici-Fiyat-Endeksi-Mayis-2021-37383
2 https://www.indyturk.com/node/405591/
3 Friedrich Engels, Konut Sorunu (2013), çev. Tekin Genç, (Ankara: Alter Yayınevi)
4 Madden, D. ve Marcuse P. (2016). In Defense of Housing: The Politics of Crisis. Londra: Verso.
5 Tuna Kuyucu, Türkiye’de Sosyal Konut Politikasının Paradoksu, Otoriter Neoliberalizmin Gölgesinde: Kent, Mekân, İnsan (2020), 123-154
6 Ayşe Buğra ve Çağlar Keyder, The Turkish Welfare Regime in Transformation (2006), Journal of European Social Policy, 211-228
7 “Bir şeyi kendine mal etme” olarak tanımlanan temellük kelimesini burada “alacaklı olarak borçludan devralma” anlamıyla, emekçi sınıfın sahibi olduğu alanları üst sınıfın elinden alması eylemine gönderme yapmak amacıyla kullandım.
8 Margit Mayer, ‘‘The ‘Right to the City’ in The Context of Shifting Mottos of Urban Social Movements’’, City 13:2 (2009)
9 David Harvey, Asi Şehirler (2012), çev. Ayşe Deniz Temiz, (İstanbul: Metis)
10 Henri Lefebvre, Şehir Hakkı (2015), çev. Işık Ergüden, (İstanbul: Sel Yayıncılık)