- Yazan Sibel Kibar
Son yıllarda benzer felaketleri yaşayan ABD, İngiltere, Küba ve Japonya halklarının afetler sonrasında gösterdikleri tavır birbirilerinden epey farklı. ABD’de kasırga felaketinden sonra çok ciddi boyutlarda yağma görüldü; benzer bir afeti yaşayan Küba’da ve üç felaketi birden yaşayan Japonya’da yağma görülmedi. Ekonomik altyapı, ABD ve Küba arasındaki farkı açıklayabilir; ilki kapitalist, ikincisi sosyalist bir ülke. Ancak Japonya da kapitalist bir ülke; dolayısıyla, ekonomik altyapının yanı sıra başka açıklamalara da ihtiyaç olabilir. Buradan, halkların kendilerine özgü ahlak anlayışları vardır, sonucunu çıkarabilir miyiz? Peşinen söylemek gerekirse, çıkaramayız. Devletlerin, hükümetlerin tutumlarıyla, halklarına ve diğer halkalara gösterdikleri tavırla, o halkın birbirine gösterdiği tutum arasında bir paralellik vardır.
Katrina Kasırgası sonrasında New Orleans
2005’teki Katrina Kasırgası felaketinden en çok etkilenen kent New Orleans oldu. Felakette kentin yüzde sekseni sular altında kaldı; 1.836 insan öldü, evler (160.000), iş yerleri, tarım arazileri kullanılamaz hale geldi. Yiyecek, barınma, ulaşım, petrol, elektrik ve en önemlisi içme suyu sıkıntısı yaşandı. Kasırganın ardından, bir kimya fabrikasında yaşanan patlamalar, havada gaz sızıntısına ve yangınlara neden oldu. Ortalıkta yüzen cesetler, salgın hastalıkları da beraberinde getirdi.
Depremin aksine kasırga felaketleri, meteoroloji teknolojileri ve uydu görüntüleri sayesinde birkaç gün öncesinden kestirilebiliyor.Uzmanlar, su setlerinin yetersizliği konusunda defalarca uyarmalarına rağmen, bu konuda bir şey yapılmadı.Kasırga öncesinde kentin boşaltılması şöyle dursun, sonrasında bile insanların tahliye edilmesi planlanmadı. İnsanların kendi imkanlarıyla şehri terk etmeleri beklendi.Zenginler şehri terk edebilirken, on binlerce yoksul kaderlerine terk edildi.
Devletin günler sonra, afet bölgesine ulaşabildiği bir yerde, halk ne yapabilirdi? Kendi kendine böyle bir felaketle başa çıkmaya çalışan insanların bazıları, marketleri, dükkanları ve hatta evleri yağmaladılar. Caz ve Blues müzikleriyle anılan New Orleans, bu tarihten sonra, yağma ile birlikte anılmaya başlandı.
Peki, insanların, devletin ve toplumun onların yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamadıkları durumda ihtiyaçlarını almasına yağma denir mi? Hayır, yağmanın tanımı, bir kimsenin hayatını, vücut ve cinsel dokunulmazlığını, tehdit ederek malvarlığına el koymaktır ve kanunen suçtur. Nitekim New Orleans’ta yaşananlar, marketten yiyecek ve su almanın ötesindeydi. Silah satan dükkanları basarak başladılar ve edindikleri silahlarla başka yerleri yağmalamaya başladılar. Elbette içme suyu ve yiyecek alanlar da vardı; ancak dikkat çeken ve asıl rahatsız edici olan, televizyon seti gibi lüks tüketim mallarını yağmalayanlardı. Mal-mülk gaspının yanı sıra tacizler ve tecavüzler de yaşandı; beyazlar, siyahlar tarafından dövüldü.
Özellikle o bölgede yağmanın nedenlerini araştıranlar, bölgenin yüzde 60’ının zenci olduğunu, yoksul ve suça eğilimli olduğunu ima ettiler. Bölge halkının çoğu, düşük gelir grubundan, düşük eğitim seviyesinden geliyordu ve otoritenin çöktüğü böylesi bir ortamda toplum düzeni de çökmüştü. Belki de hiçbir zaman devleti ve toplumu kendileriyle bir bütün olarak görememişlerdi. Kaos esnasında ise, devletin, polisin ve yasanın suçu engelleyici bir hükmü kalmamıştı.
Bunların yanı sıra, ABD toplumu bireylerin çıkarı üzerine kuruludur. Devlet ve toplum, bireylerin güvenliğini, hak ve özgürlüklerini korumak; refahlarını arttırmak için vardır. Her birey kendi çıkarı için çalışır, toplum ise, bireysel refah için bir zemin sunar, çıkarların birbirleriyle çatışmasını ve bireylerin birbirilerine zarar vermelerini engeller. Devlet ve toplum, bu işlevlerini yerine getiremediğinde, doğal duruma geri dönmek bireyin hakkı olarak görülür. Doğal durumda her koyun kendi bacağından asılır. İşte toplum düşüncesinin altında yattığına inandıkları bu mantık, böyle bir felaket anında, insanların birbirlerine yardım etmek yerine, tabiri caizse birbirlerinin gözünü oymasına neden oldu.
Daha da önemlisi,ABD’de insanların bireysel yağmalarının yanı sıra, büyük şirketler de felaketi fırsata dönüştürme yollarını aradılar. Petrol fiyatları, arttı. Ayrıca, Wikileaks belgelerinin gösterdiği üzere, ABD, Haiti’deki depremden kar elde etmeyi planladı. Dolayısıyla yağma, aslında tepeden başlar; bireysel bir suçtan öte, çok daha yapısal ve büyük bir gaspın bir parçasıdır.
Deprem, nükleer felaket ve tsunami karşısında Japon halkı
Fukuşima’daki nükleer santral, 11 Mart 2011’de 9.0 büyüklüğünde bir depremle sarsıldı. Bu kırılma tsunamiyi tetikledi. Burada da özelleştirmenin sorumluluğu vardı. Fukuşima nükleer santralini işleten Tepco şirketi, Tokai-Mura’daki reaktörde 1999 yılında gerçekleşen bir önceki kazaya, muhtemelen bir şeyleri saklamak için, çok geç müdahale etti. Tepco açıklama yapmakta gecikti. Başından beri, Tepco soğutma sistemlerinin çalışmadığının üstünü örtmeye uğraştı. Patlamaya sebep olan buydu. Tepco’nun sessizliğine ve aslında radyoaktif sızıntıya sebep olan kâr hırslarıydı.
Bir arada gelen üç felaketin sonuçları İkinci Dünya Savaşı sonrası Japonya’yı anımsatıyordu. Deprem ve tsunami sonrasında, 15.882 kişi yaşamını yitirdi, 6.142 kişi yaralandı, 2.660 kişi kayıp. 129.225 bina tamamen yıkıldı, çok daha fazlası ciddi hasarlı. Ülke topraklarının %20si etkilendi. Bu rakamlar ABD’deki rakamlarla kıyaslanamayacak kadar büyük. Nükleer sızıntının sonuçlarını ise, gelecek nesiller bile hissedecek.
Tüm bu ağır sonuçlara karşın, Japonya’da yağma görülmedi. Tohoku depremi ve depremin tetiklediği, tsunami ve nükleer felaketlerde, Japon halkı ihtiyaç duyduğu malzemelere tam olarak ulaşamasa da, yağmalama yoluna gitmedi. Dağıtılan yiyecek ve içecekleri, battaniyeleri almak için afetzedeler, sakin sakin sırada beklediler. Bir süpermarkette su alan insanların, barkod okuyucu çalışmayınca aldıkları suları raflara geri koyduğu görüntüler, tüm dünyada özellikle de ABD ve İngiltere’de yankı buldu. İngiltere’de de, 2007’deki sel baskınında, ücretsiz dağıtılan şişe sular bile çalınmıştı. Japonya’da bazı marketler indirime gittiler, ücretsiz içecekler dağıttılar, insanlar bir arada çalıştı. Görünüşe göre Japonya’da dayanışma ve toplumsal bağlar çok güçlü. Japon halkı, başka insanlara karşı saygılı ve sorumluluk bilinciyle hareket ediyor. Hatta FukuşimaDaiçi nükleer santralindeki sızıntı ve yangının ardından, daha büyük patlamaları engelleyebilmek için, mühendislerden ve teknisyenlerden oluşan 50 kişilik bir ekip yerlerini terk etmedi. Kazadan hemen sonra santrale giden bir itfaiyeci, riski bildiklerini ama o görevi yapmanın kendileri için ahlaki bir zorunluluk olduğunu ifade etti.
Bu farkın nedenleri üzerine epey tartışıldı. Hiç şüphesiz, Budizm ve Şintoizm dinleriyle birlikte şekillenen, Japon geleneksel kültüründeki, uyum ve saygı değerlerinin bu tavırlarındaki katkısı yadsınamaz. Japon siyasetçilerin, isimleri yolsuzluğa karıştığında intihar ettiği pek çok örnek gördük. Bu örneklerden de çıkarılabileceği üzere, Japonlar için haysiyet ve onur çok önemli. Japonya’da herkes onurlu yaşadığından değil, ama kişinin suçuna bir başkası tanıklık ettiğinde bunu kaldıramıyorlar: Japon toplumu bireyci değil;holistik, yani bütünselci bir toplum.
Bunun yanı sıra, Japonya’da felaketin yaşandığı bölgedeki insanlar, iyi eğitimli, meslek sahibi, insanlardı. Demek istediğim, Fukuşima’da yaşayanlar, New Orleans halkından farklı olarak, devlete ve topluma ve genel olarak sisteme bir yerinden, bir şekilde tutunmuşlardı. Keza Japonya, İsveç ve Norveç gibi refah kapitalizminin hüküm sürdüğü bir ülke. En zengin yüzde 20’lik gelir düzeyindeki insanların gelirleri en yoksul yüzde 20’lik kesimin gelirlerinin üç ya da dört katı.Türkiye’nindolar milyarderi sayısı, Japonya’dan fazla ama yıllık kişi başına düşen ortalama gelir 38.457 dolar, Türkiye’de ise 10.444 dolar. Gelir dağılımında uçurum olmaması, devletin sorunluluklarını kısmen de olsa yerine getirmesi, insanların da birbirleriyle dayanışarak, felaketin etkilerinden korunmaya çalıştıkları görüntüleri beraberinde getirdi.
Küba: Kasırgalara ve ambargolara direnen bir halk
ABD’yi vuran Katrina Kasırgası’ndan bir ay önce Küba’yı Dennis Kasırgası vurdu. Küba senede iki veya üç kasırgayla yüzleşmektedir. Dennis kasırgası Küba’nın büyük kısmını etkilediği halde aralarında turistlerin de bulunduğu toplam 600 bin kişi tehlikeli bölgeden devlet tarafından alınıp, güvenli yerlere taşındılar. Böylece yalnızca on altı kişi öldü. Küba gibi kaynakları Japonya ve ABD’ye göre çok sınırlı bir ülke, doğal afetlerle diğerlerine göre en az hasarla başa çıkmıştır. Küba coğrafi konumu nedeniyle her yıl şiddetli hidro-meteorolojik doğa olaylarına sahne olmaktadır. 1998 ile 2008 yılları arasında altyapıya zarar veren 20 tropik kasırga yaşanırken bunların yedisi aşırı şiddetteydi. Önlemler sayesinde ölüm sayısı on yılda toplam 25 ile sınırlı kaldı. 2012’deki Sandy Kasırgasında da 15.000 ev yıkıldı buna karşın ölü sayısı 11’di. Küba’nın kısıtlı kaynaklarına karşın afet yönetiminde gösterdiği başarı, dünya çapında örnek gösterilmektedir.
Küba’da tek katlı ve betonarme olmayan yapılar yaygın; dolayısıyla kasırgalardan etkilenebilecek, okyanus kıyısına ve taşkın havzalarına yakın konumdaki yerleşimlerin uzun vadede güvenli yerlere kaydırılması, kısa vadede ise tahliye edilmesinden başka çözüm yok. İnsanlar, güç bela kurdukları evlerini terk etmek konusunda isteksiz olabiliyorlar, bunun için devlet insanların eşyalarını saklayabilecekleri, depolar ve kendilerinin ve evcil hayvanların korunabileceği sığınaklar yapıyor.
Adada her bir evde kaç kişinin (ve kaç yaşlı, hamile, engelli, çocuk ve bebeğin) yaşadığı, hangi evin ne durumda olduğu, acil durumda nereye gidebilecekleri ve gidecek yeri olmayanların hangi barınaklarda kalacağı yerel ve sürekli olan sivil savunma komiteleri tarafından biliniyor. Bu sivil savunma sistemi, Halk Sağlığı Bakanlığı’na bağlı. Her bir bireyin afet durumundaki can güvenliği de aile hekimlerinin sorumluluk alanlarından biri. Uzun zaman boyunca aynı mahallede aynı ailelerle ilgilen aile hekimi ve hemşire, zaten sorumlu olduğu bireyler hakkında yeterli bilgiye sahip. Aile hekimi sisteminin yaygınlığı, acil durumlarda olayın tam merkezinde yetkili ve bilgili sağlık personelinin varlığını garanti altına alıyor.
Başkan Fidel Castro, kasırgaya karşı alınan tedbirleri bizzat yerinden yönetmiş, kasırganın gelmesinden saatler önce kontrol amaçlı olarak yerleşimleri ziyaret etmişti. Afet sonrasında ise, Kübalı şarkıcı Kcho ekibiyle birlikte afet bölgesine giderek, insanların evlerini yeniden yapmalarına bizzat yardım etmiştir. ABD, Haiti ve Jamaika gibi komşu ülkelerde benzeri kasırgaların ardından yıllar geçmesine rağmen, evsiz insanların sayısı yüzbinlerle ifade edilirken, Küba’da evsiz kalanlar geçici olarak otellerde konaklıyorlar ve ardından devlet, inşaat malzemelerinin önemli bir kısmını sübvanse ediyor.
Küba’nın devamlı güncellenen detaylı bir ulusal afet risk azatlım çerçevesi bulunuyor. 90’ların başından itibaren Küba hükümeti ülkenin tüm kıyılarını resmen koruma altına aldı ve Küba, Latin Amerika ve Karayipler’de son 15 yıl içinde orman örtüsünü genişleten tek ülke. Küba önlemleri, doğaya karşı gelmek olarak değil, doğayla birlikte yaşamanın bir yolunu bulmak olarak kurguluyor.
Devlete ve topluma haklı olarak güven duyan Küba halkı, afetler sonrasında, gayri ahlaki veya yasadışı eylemlere yönelmemiştir. Afetlerin öncesinde ve sonrasında yönetilebildiği tek ülke olan Küba’da yağma olmaması, Küba halkının tarihler-üstü kültürel değerleriyle açıklanamaz; ancak, Küba’da afeti fırsata dönüştürmeyen sosyalist bir sistemin varlığının Küba halkında bütünselci ve dayanışmacı bir kültür yarattığı görülebilir.
Adalet bireysel bir konu değildir
Sonuç olarak, bu örnekler, bu halkların kendilerine özgü, doğuştan ve mutlak birer ahlak ve adalet anlayışlarına sahip olduklarını göstermez. Felaketten önce New Orleans’ta yaşayan insanlar da, pek muhtemeldir ki, bir marketi yağmalayabileceklerini düşünmüyorlardı. Japon ve Küba halklarından farklı olarak, ABD halklarının bu davranışlarında, toplumu, içerisinde yaşayan her bir bireyin kendi çıkarlarının peşinde koştuğu bir toplam olarak görmelerinin ve dolayısıyla da adaleti bireysel bir mesele olarak algılamalarının bir etkisi vardır. Oysa adalet, bireysel bir konu değildir. ABD, İngiltere gibi “zengin devletler” ve sosyalist Küba gibi “yoksul devlet” arasındaki fark, felaket anlarında tersine dönmektedir. Küba’nın felaket öncesindeki tutumu da Japonya ile kıyas kabul etmez. Yağma meselesine dönecek olursak, bireydeki adalet düşüncesi toplumla birliğini idrak ettiği oranda güçlenecektir.
* Bu yazı 17 Ağustos 2013 tarihli SoL gazetesinin SoL Bakış köşesinde “Afetler ve kapitalizm” başlıklı dosyada yayınlanmıştır. Dosya kapsamında yayınlanan diğer yazılara aşağıdaki bağlantılardan ulaşabilirsiniz.
Afet, kıyım ve kentsel dönüşüm